8 Mayıs 2016 Pazar

Türkiye’nin demokrasi güzergahı nasıl olmalı?

 DİĞER MAKALELERİ OKUMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ

Türkiye, 13 yıldır belki de ilk defa zorlu bir seçim döneminden geçti ve 13 yıldır ilk defa AKP parlamento çoğunluğunu elde edemedi. “Bu beklenen bir sonuç muydu?” sorusuna Türkiye’deki büyük bir çoğunluk evet cevabını verecektir. Çünkü hemen herkes Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim öncesi sıklıkla vurgu yaptığı Amerikan tarzı başkanlık sisteminin, komünist terörün güçlü şekilde yaşandığı ülkemiz için bir risk olduğunu biliyordu. Halk, başkanlığı engellemek için tek yol olarak koalisyonu görmüştü.

Şimdi hemen herkesin seçim sonrası yorumu, “halkın vermek istediği mesaj iyi anlaşılmalı” şeklinde. Halkın verdiği mesaja şöyle bir dönüp baktığımızda ise, ülkeyi kaçınılmaz olarak federasyona sürükleyecek olan başkanlık sistemini reddeden halkın “daha fazla demokrasi” arayışının devam ettiği görülebiliyor. Sahip olduğumuz parlamenter sistem, aslında insanların demokrasi yoluyla isteklerini sandıkta yapabildiklerine dair önemli bir bağımsızlık mesajı verse de, Türkiye’nin, Avrupa parlamenter sistemleri ile kapsamlı bir kıyasa ihtiyacı vardır. Türkiye, elbette son dönemlerde hükümetin gerçekleştirdiği demokratik açılımlar vesilesiyle Avrupa Birliği normlarına uygun önemli gelişmeler kaydetmiştir. Fakat demokratik bir İslam toplumunun ve özgür bir Ortadoğu ülkesinin nasıl olması gerektiğini göstermek gibi de önemli bir sorumluluğu vardır. İslam’ın demokrasiyi esas alan; özgürlükler, sevgi, sanat ve barışın yolunu gösteren doğasını yaşatmaya en uygun ülkelerden biri Türkiye’dir. Dolayısıyla hurafeci İslam anlayışının getirdiği kirli gelenekler, bağnazlık, sevgisizlik, kadın düşmanlığı ve kan dökme özlemi Türkiye’nin asıl mücadele alanları olmalıdır.

Söz konusu hurafeci zihniyet ve Baas döneminden kalma Ortadoğu’nun bazı ürkütücü gelenekleri az da olsa Türkiye’de belli bir kesim üzerinde etkisini hissettiriyor. Avrupa’ya; modernliğe; sanata; kadınların kahkahasına, giyimine, varlığına cephe almış bir kısım kişiler, yakın zamana kadar –halkın yoğun tepkisine rağmen– Türkiye’nin gündeminde yer bulabiliyorlardı. Bu azınlık, Ortadoğu’yu bir kan ve öfke denizine sürükleyen asıl unsurun sahip oldukları korkunç zihniyet olduğunu göremiyorlardı. Ortadoğu’daki asıl sorunun ABD, İsrail, süper devletler, Hristiyanlar veya Museviler değil; Kuran’dan uzaklaşmış kendi bağnaz fikir ve uygulamaları olduğunu anlayamıyorlardı. Başkalarını suçlamaktan, nerede hata yaptıklarını bir türlü keşfedemiyorlardı.

Sayıları az da olsa seslerini duyurabilen bu kimseler şu anda Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda en büyük engeli teşkil ediyorlar. Bu kişiler, heykel, resim, müzik, mimari, kadın, özgürlük, demokrasi gibi Avrupa’yı Avrupa yapan her şeye karşılar. Kaliteyi önemsemiyor, kalitesizlikten rahatsız olmuyorlar. Hal böyleyken Avrupa’nın Türkiye’ye olan itirazının çıkış noktasını iyi anlamak gerekiyor. Avrupa Birliği normlarına uygun hale getirilmekte olan Türkiye yasaları, özellikle insan hakları ve azınlıklar konusunda önemli atılımları kuşkusuz beraberinde getirdi. Fakat Avrupa’nın korkusu olan bağnazlığa taviz, AB nezdinde ciddi bir endişenin kapılarını açıyor. Türkiye’de varlığını hissettiren bu azınlık, Avrupa için Türkiye’nin tüm artılarını silmek için yeterli görünüyor. Ortadoğu’nun durumuna bakıldığında ise bu korkunun haklı nedenlerini görememek çok zor.

Avrupa Birliği, Türkiye için önemli bir hedeftir. Çünkü Avrupa’nın demokrasi, özgürlük, kadın, sanat gibi hayati gördüğü değerler, zaten bir İslam ülkesinin sahip çıkması gereken değerlerdir; bunlar asıl olarak Kuran’ın değerleridir. Dolayısıyla Türkiye, bağnaz zihniyetteki kişilerin fikirlerini yaşatma alanı bulamayacakları bir özgürlükler ülkesi olmalı ve Avrupa Birliği hedefinde ısrarcı olmalıdır. Son seçimler ile Meclis’te kadın milletvekillerinin sayısı önemli ölçüde artmıştır ve bu Türkiye için bir başarıdır. Fakat hedef, kadınların çoğunlukta ve çok daha özgür oldukları bir parlamento olmalıdır. Bir ülkenin özgürlüğünün ve demokrasisinin en mükemmel teşhisi, o ülkede kadınlara yönelik bakış açısı ile ölçülür. Kadının ikinci planda olduğu devletler ise asla gelişemez, bela ve felaketlerden kurtulamazlar. Dolayısıyla Türkiye, Kuran’da kadına verilen değeri ölçü alarak, kadına yönelik Avrupa’dan daha güçlü bir anlayış geliştirmelidir. Böyle bir toplumda, kadını ikinci sınıf vatandaş gören, kadın kahkahasına karşı olanlar, artık ister istemez seslerini iyice kısacaklardır.

Eğer Türkiye, kan ağlayan Ortadoğu’ya bir model olmak istiyorsa, barışın inşasında başrolü almayı arzuluyorsa, bunu ancak söz konusu zihniyet değişimini yaparak başarabilecektir. Ortadoğu, Kuran’daki gerçek İslam’ın uygulandığı bir ülke görmeli ve bu ülkede sorunların kavgayla değil; sevgi, ittifak ve gerçek bir demokrasiyle halledildiğini gözlemleyebilmelidir. Bu ülkeler, Türkiye demokrasisine ve Türkiye’nin koruyuculuğuna inanmalıdırlar. Bunun için tüm düşmanlık politikaları sona ermeli, Türkiye özellikle Ortadoğu ülkeleriyle önce kendi sorunlarını güzel bir uzlaşı diliyle çözebilmeli, ardından ülkeleri Kuran’dan vereceği delillerle uzlaştırabilmelidir. Unutulmamalıdır; Ortadoğu din ile yoğrulmuştur. Bu coğrafyayı kan gölüne dönüştüren daima yanlış din anlayışı olmuştur; bunu tedavi edecek olan da Kuran’ın dili olacaktır. Türkiye, Kuran’ın dilini kullanarak bunu başarmalıdır. İşte bu büyük sorumluluğu almışken, henüz daha kendi sorunlarını çözemeyen bir millet olarak kalmamalı; Ortadoğu’da hüküm süren bağnazlık belasının kendi bünyesine girmesine bir nebze dahi izin vermemelidir. Türkiye, Ortadoğu’da barışı sağlarken, ülkeleri kendi özlem duyduğu şekilde değil, oldukları gibi kabul etmeli; mümkün olan en doğru adımı atmalıdır.

Sevgi, Ortadoğu’ya hakim bir politika olmalıdır. Eğer Ortadoğu’da çoktan unutulmuş sevgiyi tekrar yaşatma onuru Türkiye’nin üzerine düşecekse, Türkiye önce kendisi bir sevgi ülkesi haline gelmelidir. Tüm kainatın sevgi üzerine yaratıldığını ve Allah’ın daima sevgiyi beğendiğini daima hatırladığımızda bunu başarabiliriz. Ortadoğu’daki sorunların siyaset ya da daha fazla bomba ile hallolacağını zannedenlere de ancak bu şekilde doğruyu gösterebiliriz.

Adnan Oktar'ın The Jakarta Post'da yayınlanan makalesi:

http://www.thejakartapost.com/news/2015/06/21/what-right-path-turkish-democracy.html


Batı Dünyasında Radikal Terör Ne Zaman Son Bulur?


DİĞER MAKALE BLOGLAR İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ


Geride bıraktığımız yüzyılın özellikle son çeyreğinde tırmanışa geçen terör ve şiddet eylemleri bugün yalnızca belli bir ülkenin ya da bölgenin maruz kaldığı bir sorun olmaktan çıkmış ve dünyanın hemen her yerinde karşılaşılan bir tehlikeye dönüşmüş durumda. Terörün son durağı ise Avrupa. Avrupa'da ardı ardına yaşanan terör olayları tüm dünyanın gündeminde.

Bu sene başında Paris’te 12 Charlie Hebdo çalışanının öldürülmesinin ardından Avrupa'nın çeşitli yerlerinde meydana gelen terör eylemleri tüm kıtayı alarma geçirdi. Hükümet binalarının, gazete ve dergilerin, metro istasyonlarının ve alışveriş merkezlerinin yanı sıra sinagoglar, cami ve mescidler, vakıflar, koşer mağazaları gibi teröristlerin öncelikli hedefi olduğu düşünülen yerlerde yüksek güvenlik önlemleri alındı. En son Danimarka’nın Kopenhag şehrinde Charlie Hebdo'da hayatını kaybedenleri anmak için düzenlenen toplantıya yapılan terör saldırısı da Avrupa'nın karşı karşıya kaldığı sorunun ciddiyetini bir kez daha gözler önüne sermiş oldu.

Bir kişinin hayatını kaybettiği ve üç polisin yaralandığı saldırının hemen ardından bir sinagoga gerçekleştirilen ikinci saldırıda iki polis memuru ve bir sivil vatandaşın yaralanması üzerine Danimarka'da çok yoğun güvenlik önlemleri alınırken, başta Belçika ve Almanya olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde terör alarmı verildi ve olası saldırılara karşı yeni tedbir uygulamaları devreye sokuldu.

Tüm bunlar olup biterken ve adeta bir nefret sarmalına dönüşen dünyada terör günden güne gelişirken yaşananlardan en çok etkilenen ve en büyük zararı görenler hiç kuşku yok ki sıradan, masum insanlar. Nitekim yüzyılın en büyük belası olan terör, anarşi ve şiddet yalnızca güvenlik güçlerini değil, masum insanları hedef alıyor, haklarına ve canlarına kast ediyor, kardeşi kardeşe kırdırıyor, birbirine düşman ediyor, milletleri ve ülkeleri parçalıyor.

Terör nedeniyle maddi manevi zarara uğrayan kesimlerin başında da şüphesiz Müslümanlar geliyor. Özellikle 11 Eylül saldırılarından bu yana uluslararası toplumun gündem maddelerinden biri haline gelen ve sözde "İslami terör" olarak tanımlanan radikal terör eylemleri başta ABD ve Avrupa olmak üzere tüm dünyayı huzursuz ediyor ve toplumları şiddetli savunmaya geçiriyor. Gerçekte İslam'dan son derece uzak bağnaz bir anlayışa sahip oldukları halde İslam adına ortaya çıkan ve kendilerini İslam'ın temsilcileri olarak lanse eden radikal terör örgütlerinin insanlık dışı eylemleri nedeniyle Müslümanlar tüm Batı'da potansiyel şüpheli olarak görülüyor, kişilik hakları zedeleniyor ve aşağılayıcı muameleye maruz kalıyorlar.

Peki dünyayı yaşanmaz bir yer haline çeviren radikal terörün bir an önce son bulması için ne yapmak gerekiyor?

Gerçek şu ki güvenlik güçlerinin aldıkları tedbirler kimi zaman terör örgütlerine karşı başarı elde edilmesine aracı olsa da örgütlerin yok olmasını sağlayamıyor. Asıl olarak terörle mücadele algısının değişmesi, sorunun sadece güç kullanarak çözülemeyeceğinin farkına varılması şart. Yanlış ideolojiyi yok etmenin tek yolu doğruyu öğretmekten geçiyor. Radikal terörü yok etmenin tek yolu da şiddet ve nefretin dayanağı olan fikri, fikren ortadan kaldırmak. Öncelikli olarak yapılması gereken ise radikalizm ile İslam'ı birbirinden ayırmak.

Uydurma hadislere ve hurafelere dayanarak geliştirilen radikal din anlayışında sevgiye, kardeşliğe, şefkat ve merhamet duygularına, kadına değer verme, kadını üstün tutma gibi bir anlayışa ve sanatın ve bilimin teşvik edildiği bir yapıya yer yok. Diğer bir deyişle bağnaz ve radikal din anlayışında insanlara sevinç veren ve dünyalarını aydınlatan hiçbir şey yok. Aksine yalnızca baskı, dayatma, şiddet ve acımasızlık var. Radikalizm ve bağnazlık insanları adeta ölmeden mezara koyan ve tüm güzellikleri ellerinden alan bir sistem.

Oysa İslam diğer tüm hak dinler gibi insanlığa sevgi getirmeyi hedefliyor. İslam'ın kaynak kitabı olan Kuran'da nefret, öfke ya da öldürme arzusu yok; aksine barış var, kardeşlik var, birlik ve beraberlik ruhuyla, sevgiyle hep birlikte yaşamak var. Radikallerin dayattığı şiddet ve nefretin son bulması için radikalizmin İslam'la hiçbir şekilde alakasının olmadığı ve radikal din anlayışının savunduğu değerlerin Kuran ile örtüşmediği gerçeğinin anlatıldığı bir eğitim politikasına gidilmesi şart. Bağnaz fikir ortada durduğu müddetçe İslam coğrafyasını Drone’larla bombalamak, bölgeye asker göndermek, terör örgütlerinin liderlerini öldürmek; özetle, şiddete şiddetle cevap vermek terörü bitirmez. Tam tersine körükler ve daha büyük bir tehlikeye dönüştürür. Asıl gereken silahların değil fikirlerin konuştuğu bir ortam oluşturmaktır. Şiddete dayanak olarak gösterilen sözde hadislerin uydurma olduğu, Müslümanların Kuran’daki sevecen, akılcı, itidalli ahlaka uymakla yükümlü oldukları İslam topluluklarına kapsamlı olarak anlatılmalıdır. Gençler sevgiyi ve barışı emreden gerçek İslam anlayışına dayalı bir eğitimle bilinçlendirildiğinde, "İslam’ı anlatıyorum" diyerek onları şiddete yönelten radikallerin tüm yolları kapatılmış olur ve yoğun bir eğitim seferberliğiyle bağnaz felsefe kısa sürede fikren ortadan kaldırılır. Özlemini duyduğumuz barış, kardeşlik ve sevgi dünyaya ancak o zaman hakim olacaktır.

Adnan Oktar'ın Arabian Gazette'de yayınlanan makalesi:

http://www.arabiangazette.com/when-will-radical-terror-western-world-end-20150629/


Yunanistan: “Euro Bölgesinde Olmak ya da Olmamak”



Eski Yunan yaygın olarak Batı medeniyetinin beşiği olarak düşünüldüğünden daima övgüyle anılır. 2500 yıl önce kurulmuş olmasına rağmen bugün hala özellikle sanat, mimari ve estetik olmak üzere pek çok yönden dünyayı etkilemeye devam ediyor. Bir zamanlar Batı’nın doğduğu yer olan bir ülkenin iflas etmek üzere olduğunu görmek zor. Yunanistan bugün önemli bir kararın eşiğinde; ya borçlarıyla ilgili bir anlaşmaya varacak ve Euro Bölgesinde kalacak ya da önceki para birimi drahmiye geri dönecek. Bu belirsizlik halk arasında haklı olarak korku yaratıyor ve Avronun orijinal para birimiyle değişmesi ihtimali insanların olası bir devalüasyon korkusuyla bankalara akın edip Avro hesaplarını çekmelerine neden oluyor. Sonuç olarak, sadece geçen hafta Yunan bankalarından yaklaşık dört milyar avro çekildi.
Yunanistan’da ekonomik kriz nasıl başladı?
2008 yılında Amerika’da Lehman Brothers’ın iflasından sonra başlayan ekonomik krizi takiben Avrupa ülkeleri bundan etkilenmeye başladı. Yunanistan onlardan sadece biriydi; GSYİH oranına göre %180’lik borç oranı ve %10’luk bütçe açığıyla ülke Euro bölgesinin en zayıf konumdaki ülkesi. Son yedi yılda Yunan ekonomisi sadece küçüldü. Ekonomiyi önceki seviyelere döndürmek için Yunanistan, Troyka’ya borç para almak için başvurdu. Sonuç olarak bu Yunanistan’ı sıkı kemer sıkma tedbirleri altına soktu. Çöpten yemek yiyen evsizlere, elektriği olmayan evlere, ekmek almak için para bulamayan işsizlere ve tıbbi tedavi alamayan hastaların sayılarının artmasına şahit olduk. 2015 yılı başlarına denk gelen seçimle Yunan halkı değişim umuduyla oylarını kullandı. Sol kanat Syriza partisinin genç lideri Alexis Tsipras ülkenin sonu gelmeyen KDV’lerden ve diğer maaş kesintilerinden sıkıntı çekmesine izin vermeyeceği sözünü verdi; ayrıca ülkeyi sıkı tasarruf tedbirlerinden çıkarmak için görüşmeler yapacaktı. Bu onun Başbakan olarak seçilmesinin en önemli sebebiydi. Başbakan Tsipras ve Maliye Bakanı Yanis Varoufakis IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Birliği ile ülkeyi eski haline getirmek için pek çok görüşmeler gerçekleştirdi ancak bunların hiçbiri verimli sonuçlar getirmedi ve şimdi Haziran sonuna kadar uzatabildikleri ilk dilim borç ödemesi için saat geriye sayıyor. Dolayısıyla, Yunanistan’ın karşı karşıya olduğu meseleleri çözmek için AB ve IMF ile kritik toplantılar düzenleniyor.
Yunanistan Euro Bölgesinden Ayrılırsa Ne Olur?
Bugün Yunanistan ilgi odağında ve insanlar nefesini tutmuş alınacak kararı bekliyorlar. İki güçlü Avrupa ülkesi Almanya ve Fransa Yunanistan’ın Euro Bölgesinden ayrılması durumunda bunun ortak para birimi üzerinde art arda gelen yıkıcı etkileri olacağına inanıyorlar. Yunanistan’ın Euro Bölgesinden ayrılması kuşkusuz AB üye devletlerin ekonomilerinin beklenmeyen risklerle karşılaşmasına neden olacak: dolayısıyla Avrupa kendisini Yunanistan’ı kurtarmak zorunda hissediyor. Bu sadece ekonomik bir sorun olarak görülmemeli çünkü bu aynı zamanda insani, siyasi, jeopolitik ve tarihsel bir mesele. Ayrıca ekonomik çöküşün eşiğindeki tek ülke Yunanistan da değil; bu tip bir karar diğer AB üye devletlerin sorunlarını da kötüleştirebilir. Görünüşe göre son günlerde merkez sağdan merkez sola kadar tüm çevrelerde AB’den ayrılmak yeni moda olarak görülüyor: Örneğin İngiltere, Finlandiya, İtalya’daki bazı muhalefet partileri, Fransa’da Marine Le Pen’nin Ulusal Cephe Partisi Avro ile ilgili şüpheciler ve birlikten ayrılma isteklerini de açıkça gösterdiler. Kaçınılmaz olarak bu zor kararı asıl Yunan halkı alacak, bu dışarıdan insanların değil onların kendi kararı olmalı.
Avrupa ülkeleri aynı zamanda bu ayrılışın Yunanistan’ı Rusya’ya yaklaştıracağı konusunda rahatsızlar ve bu Yunanistan’ın AB tarafından Rusya’ya uygulanan yaptırımlara ret oyu vermesine neden olabilir. Yunanistan ve Rusya’nın yakınlıklarının yeni bir gelişme olmadığını söylemeye gerek yok; aralarındaki bağ binlerce yıl geriye gidiyor. Ortodoks Hıristiyanlık çerçevesinde derin bir kültürel bağları var ve Thessalonica’dan Yunanlı kardeşler Saints Cyril ve Methodius tarafından yazılan aynı Kiril alfabesini paylaşıyorlar. Bu iki köklü ülke arasındaki bağ görmezden gelinmemeli
Türk Akım Boru Hattı Projesi Yunanistan’a Ne Getirir?
Rusya gazını Türkiye ve Yunanistan üzerinden Avrupa’nın güneyine taşınması planlanan bu yeni boru hattı projesinde somut adımlar atılmaya başlandı. Geçen hafta Türkiye Akım Boru Hattını Türkiye/Yunanistan sınırı üzerinden uzatmak için Rusya ve Yunanistan tarafından yazılı bir anlaşma imzalandı. Yunanistan bu yeni imzalanan projeyi Rusya Devlet Kalkınma Bankası’nın finanse edeceğini doğruladı. Bu projenin, şimdiye kadar aralarında umulan derecede ticari ilişkileri olmayan Türkiye ve Yunanistan’ı birbirine yaklaştırmak gibi, Yunanistan ekonomisi için pek çok olumlu etkisi olacak. Geçmişte bazı politik çekişmeler yaşanmış olsa da herkes Yunan ve Türk halkının çok iyi ilişkiler içerisinde olduğunu bilir. Birlikte bir tarih paylaşan iki halk her zaman birbirini sevmiş ve önemsemiştir
Ayrıca dünyada en fazla sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye, ülke üzerindeki ekonomik etkileri veya yükü düşünmeden ihtiyaç içinde olanlara gösterdiği şefkati uygulamalarıyla ispat etmiştir. Bunu görmek özellikle manevi ve moral destek ihtiyacı içinde olan Yunan halkı rahatlatacaktır ve ekonomik yardımın ötesinde insanların neşesini geri getirecektir. Benzer şekilde Türkiye ve Rusya’nın karşılıklı sevgi, saygı ve destek çerçevesinde çok güçlü ilişkileri vardır ki bu onları yeni sektörlerde birlikte çalışma konusunda daha istekli hale getirmektedir. Türkiye, Rusya ve Yunanistan arasında güçlü bir insani bağ oluşturulması, umuyoruz ki sadece ekonomik olarak değil, Ermeni ve Kıbrıs sorunu dahil bölgenin karşı karşıya olduğu daha pek çok çözülmemiş sorun için anlamlı çözümler getirecektir. Bu ilgili devletler için verimli sonuçlar doğuracak ve bölgeye barış getirecektir. Unutulmamalıdır ki çıkar üzerine yapılan devlet politikaları hemen hemen her zaman acıyla sonuçlanır. Aksine, ister kendi birliğinden ister başka anlaşmalardan olsun herkesi kucaklamak ve ekonomik kriz dönemlerinde ilk acı çekenler her zaman onlar olduğu için insanların ihtiyaçlarına öncelik vermek yapılması doğru olan şeydir.
Adnan Oktar'ın Pravda.ru'da yayınlanan makalesi

Adnan Oktar Twitter’da başlatılan Türkiye’yi karalama kampanyasına TeröristPKK YPG etiketiyle cevap verdi



Geçtiğimiz gün IŞİD’in, Kobani’nin Mürşitpınar Sınır Kapısı'na yakın bir bölgede gerçekleştirdiği saldırıdan sonra, İŞİDcilerin Kobani’ye Türkiye’den geçtiği iddiası ortaya atıldı. Bu söylentiler yetkililer tarafından belgelerle yalandı ve YPG kıyafetleri ile Suriye'nin Cerablus kentinden Kobani'ye sızdıkları tespit edildi. Ancak buna rağmen bazı karanlık odaklar sosyal medyada, Türkiye’yi olayların sorumlusu gibi göstermeye çalışarak yeni bir provokasyon hazırlığına giriştiler.

IŞİD saldırısı sonrasında, Kobanili yaralılara ve Kürt mültecilere kapılarını açan Türkiye aleyhinde Twitter’da bir karalama kampanyası başlatıldı. PKK ve YPG sempatizanları, saldırıyı gerçekleştiren IŞİD elemanlarının Türkiye’den geldiğini iddia ederek, Türkiye için ‘terörist’ etiketi açtılar. İngilizce açılan #TerroristTurkey başlığı, kısa sürede en çok konuşulanlar listesine girdi.

Sn. Adnan Oktar aynı gün A9 TV ekranlarındaki canlı yayın programında bu çirkin saldırıya karşı - TeröristPKK YPG – şeklinde bir etiket başlattı. Tüm AK Partili, MHP’li, BBP’li ve Saadet Partili gençleri bu etikete destek vermeye ve yapılan çirkin saldırıya karşı Türk Gençliği’nin gücünü göstermeye çağırdı. Adnan Oktar’ın başlattığı bu etiket, Twitter’da Türkiye’yi karalamak için ortaya atılan #TerroristTurkey etiketini geride bırakarak Türkiye ve Dünya Gündemi TT listelerinde ilk sıralara yerleşti.

“Türkiye'nin IŞİD saldırıları ile hiçbir bağlantısı olmadığını” belirten Adnan Oktar, PYD, PJAK ya da YPG’nin PKK’dan hiçbir farkı olmayan, Öcalan ve PKK bayraklarıyla hareket eden, Stalinist, komünist bir örgüt olduğuna ve gerçekte hepsinin PKK ile aynı olduğuna dikkat çekti. Ayrıca bölgeye şiddeti ve dehşeti öğreten, terörü bölgeye yayanın da yine PKK olduğunu hatırlattı.

“Ülkemiz aleyhinde dünya çapında böylesine hain bir saldırı yürütülmesini hiçbir Türk genci kabul etmesin” diyerek, tüm Türkiye’yi bu etikete destek vermeye ve dünyaya gerçeği anlatmaya çağıran Adnan Oktar’ın bu çağrısı kısa sürede büyük yankı uyandırdı ve TeröristPKK YPG etiketi Twitter TT listelerinde en üst sıralara yerleşti.


Tarih Türkiye’yi Unutmayacak



Evlerinde rahat yaşayan insanlar için mültecilik hep “başkalarının” sorunudur. Bundan belki 5 yıl önce Suriyeliler için de başkalarıydı mülteciler. Bundan belki birkaç yıl sonra mültecilere nefretle karşı çıkanlar aynı konuma gelecekler. Belki onlar bir çanta eşya ile tüm varlığını yitirmiş kalakalacak ve dünyanın duyarsızlığına şaşacaklar. Duamız bundan sonra artık başka ülkelerde başka trajediler görmemektir elbette. Fakat dünyadaki 59 milyon insanın tümünün mülteci doğmadığını da unutmamak gerekiyor.

20 Haziran mülteciler günü nedeniyle BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) 2014 yılına ait çeşitli veriler açıkladı. Buna göre dünyada 59.5 milyon kişi mülteci konumunda. Bu, II. Dünya Savaşından beri dünya çapında yaşanan en büyük mülteci krizi. Uluslararası toplum ise çoğunlukla bu meseleyi mültecileri barındıran ülkelerin üzerine bırakmış durumda. BM, Suriyeli sığınmacılara destek için koyduğu maddi yardım hedefinin sadece yüzde 23’üne ulaşılabildi. Afrika’da ise, mülteciler için gereken paranın yalnızca %11’ini bulabildi. Afrika hala önemsiz, dolayısıyla da çözümsüz görülmeye devam ediyor.

Mülteci krizini aşmak için sorun yaşanan ülkelerde BM’nin denetiminde güvenli bölgelerin oluşturulması –geçici de olsa- şu an en etkili çözüm gibi görünüyor. Fakat ilgili bölgelere BM’nin para aktaramayacak olması bu fikrin hayata geçirilmesini imkansızlaştırıyor. Mülteci sorununun yaşandığı hemen her ülke için birkaç gelişmiş ülkenin garantör olması ve ihtiyaçları karşılaması uygulanabilir bir çözüm. Ama bu aşamada da bunu yapabilecek yürekli ve vicdanlı ülke bulma sorunu karşımıza çıkıyor.

Mülteci krizini sadece çadır kamplarda yaşayan insanlarla sınırlı tutmak doğru değil. Yurtlarından kör bir hedefe ulaşmak için ayrılıp hiçbir yerde barınamayan, korkunç insanlık dramlarıyla yüzleşenlerin sayısı ve konumları şaşırtıcı boyutlarda. 31 Mayıs itibariyle 2015’te Akdeniz’i geçmek isteyen 1865 kişi hayatını kaybetti. Güneydoğu Asya’da ise, 2015’in ilk çeyreğinde teknelerde yaklaşık 300 kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Ölüm sebepleri açlık, susuzluk ve tekne mürettebatının uyguladığı şiddet. BM'in insan hakları yüksek komiserleri teknelerdeki kadınlara tecavüz edildiğini, erkeklerin dövülerek denize atıldığını, çocukların ise ailelerinden ayrılarak istismar edildiğini açıkladı.

Uluslararası toplum, üzerine düşen görevi tam anlamıyla yapmıyor olsa ve özellikle Avrupa ülkeleri, Avustralya ve ABD mülteciler konusunda beklenenden daha kayıtsız bir görünüm sergilese de, atılan bazı adımlar ve bir takım söylemler sevindirici. Yaşanan felaketlerin ardından Akdeniz’de Triton operasyonunun geçmişteki Mare Nostrum seviyesine çıkarılması, Myanmar’daki Rohinyalıların isminin belki de ilk defa uluslararası toplum krizlerinin arasında geçmesi dünya için halen ümit vaat eden gelişmeler. “Akdeniz’de sığınmacıları ölümden kurtarmak Avrupa'daki ülkeler için ahlaki görevdir. Kıtamızın kapıları önünde insanları suyun üstünde terk etmekle kendi onurumuzu kaybederiz” sözleri ise Almanya Cumhurbaşkanı Gauck’a ait.

Uzaktan izlerken birdenbire mülteci krizini kendi kapılarında görerek şaşkınlık içinde kalan Avrupa duruma alışadursun, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği raporunda dünyada en fazla mülteciyi barındıran ülke Türkiye oldu. Türkiye’ye dışarıdan bakan bazı insanlar bu durumu bir zorluk, aksilik veya felaket olarak nitelendirebilirler. Oysa Suriyeli ve Iraklı kardeşlerimizi kendi topraklarımızda ağırlıyor olmak bizim için bir onurdur. Ezilmiş mazluma, savaştan kaçan zavallıya, ihtiyaç içindeki yoksula yardım etme fırsatı Allah tarafından bize verilmiştir. Bizler bu onuru İspanya’dan kaçan Musevileri, Stalin’den kaçan Rusları, Saddam’dan kaçan Kürtleri topraklarımıza alırken de yaşamıştık. Bu toplumların bizleri hala sevgi ve dualarla anmalarının nedeni budur. Toplumlar böyle bir iyiliği var oldukları müddetçe unutmazlar. Çünkü onlara bu fırsatı verenlerin sayısı hep çok az olmuştur.

İsraf haddini aşar, tüm paralar silahlara yatırılır, milyonlarca dolarlık bomba yüklü dronelar cirit atar, ülkelerdeki faiz sistemi acımasız şekilde işlerken; Türkiye gibi gelişme çabasındaki bir ülke 5.1 milyar doları mültecilere ayırabilmişken; içlerinde dünyanın en zengin 7 ülkesinin de bulunduğu 193 ülkeden oluşan Birleşmiş Milletler mülteciler için para bulamamaktadır. Ülkeler, pek çok şekilde çözebilecekleri mülteci sorununu sadece insan kaçakçılığını engelleyecek askeri kanunlarla durdurmayı hedeflemekte, çoğu zaman insanların ülkelerini terk etmelerine çözüm bulmak yerine, bu insanların kendi ülkelerine gelmemelerini sağlamaya çalışmaktadırlar. Bir ülke için mültecileri alıp barındırmak, koruyup eğitmek, onlara kendi vatandaşı gibi bakmak mülteci sorununa çözüm iken, Macaristan gibi başka ülkeler için Sırbistan sınırına 4 metrelik çit inşa etmek çözüm olmaktadır.

Şunu hatırlatalım; bir insan tacirine askeri tedbir uygulamak bazı ülkeler için etkili bir çözüm yolu gibi görünebilir. Oysa bir zalimi düzeltmenin tek yolu, ona insan olduğunu hatırlatabilmektir. Sevgi ve ahlak olmadan insanı insan yapan tüm değerler yok olduğuna göre, vatanından kaçmak zorunda kalmış bir mülteciyi bir sorun, bir yük veya bir bela gibi gören zihniyet ile bunu sağlamak imkansızdır.

Mülteci, bir yük veya bela değil, Allah’ın misafiridir. Gayri resmi verilere göre 2.5 milyon misafiri barındıran Türkiye ise bizim için gurur vesilesidir. Musevileri, Rusları, Kürtleri yarı yolda bırakmamış tarihimiz bizim için gurur vesilesidir. Geriye dönüp baktığımızda, “bu insanları topraklarımıza kabul etmedik o yüzden öldüler” diyebileceğimiz korkunç bir geçmişimiz olmadığı için şükürler olsun. Çünkü o pişmanlığı bir daha hiçbir şeyle telafi edemezsiniz. Kutsal kitabımız Kuran’a göre ise bir can kurtardığınızda dünyayı kurtarmış gibi olursunuz. (Kuran, 5/32)

Adnan Oktar'ın Arab News & Pakistan Observer & The Malaysian Insider'da yayınlanan makalesi:

http://www.arabnews.com/columns/news/768001

http://epaper.pakobserver.net/201506/28/comments-2.php

http://www.themalaysianinsider.com/sideviews/article/a-heart-for-helping-refugees-harun-yahya


Türk Halkının 7 Haziran Mesajı



3 genel seçim, 3 yerel seçim, 2 referandum ve 1 cumhurbaşkanlığı seçiminden zaferle ayrılan, 13 yıllık iktidarı boyunca hep yükselen bir grafik izleyen Ak Parti 7 Haziran seçimlerinden yine birinci parti olarak çıktı, ancak mecliste hükümet kuracak çoğunluğunu kaybetti. Seçimin bir diğer önemli sonucu ise son 30 yıldır 40.000’den fazla şehit verilmesine neden olan bölücü terör örgütü PKK’nın perde arkasından desteklediği HDP’nin seçim barajı olan yüzde 10’u geçip, meclise 80 vekil ile girmesi oldu. Bu durum Türkiye’nin geleceği açısından çok fazla şey ifade ediyor. Yüzde 9 oy kaybı yaşayan Ak Partiye seçmen önemli bir mesaj verdi. Şimdi yapılması gereken şey bu mesajın çok dikkatli bir şekilde okunarak kapsamlı değişimlere gidilmesi ve yepyeni politikalarla milletin huzuruna çıkılması.

Başkanlık sistemine “Hayır”

Ak Parti iktidarı 13 yıl içinde Türkiye’yi hayal bile edilemeyecek bir noktaya taşıdı. Altyapıdan sağlığa, kentleşmeden sosyal haklara çok büyük bir kalkınma hamlesi gerçekleşti. İfade özgürlüğü ve demokratik kazanımlar alanında bir devrim yaşandı. Ülke Ak Parti sayesinde normalleşti.

Türk halkı için ekonomi, yol yapımı, kalkınma gibi konular her zaman ikinci planda olurken, vatanın bütünlüğü, huzuru ve topraklarımızın güvenliği ise birinci önceliktir. Son bir yıldır devam eden başkanlık tartışmaları da Türk milleti tarafından bu doğrultuda değerlendirilmiştir. Seçmenin en büyük mesajı ülkeyi federasyona ve bölünmeye götürecek bir başkanlık sistemini hiçbir şekilde istemediğidir. Bu sistemin ülkeyi bölünmeye götüreceğini anlayıp dehşete düşen  ve ülkesi parçalanacak diye panik olan Türk halkı seçimlerde de bu hassasiyetini ortaya koymuştur.

Doğu ve Güneydoğu’da güvenlik zafiyeti

Seçimlerin sonucunu en çok etkileyen nedenlerden biri ülkenin Doğu ve Güneydoğusunda yaşanan güvenlik zafiyetidir. Ne yazık ki bu bölgelerimiz eli kanlı bir terör örgütüne teslim edilmiş görüntüsü vermektedir. Bölücü terör örgütü PKK ve onun uzantıları  bölgede adeta devletleşmiş, kendi sözde mahkemelerini, savcılarını, adliyelerini, güvenlik kadrolarını oluşturmuştur. İddia edilenin aksine, çözüm sürecinde terör örgütünün gücü azalmamış ve silahlar bırakılmamış, tam tersine bölgeye PKK tam anlamıyla hakim olmuştur. Terörist sayısı çok büyük bir artış göstermiş, hafif silahlardan uçaksavar, füzesavar benzeri ağır silahlara geçiş olmuştur. Bölgede PKK’nın onaylamadığı bir faaliyet yapmak imkansızlaşmış, AK Parti dahil hiçbir siyasi parti bölgede özgür bir şekilde hareket edemez hale gelmiştir.

Silahı ve kendini koruma gücü olmayan, savunmasız, mazlum, fakir halkımız PKK’lı katil teröristler karşısında zor durumda kalmıştır. Karşı çıkanların teker teker şehit edildiği, üstelik bu cinayetleri işleyenlerin yaptıklarının yanına kaldığı bir düzen bölgeye hakim olmuştur. PKK ise “Devlet seni koruyamaz, ben korurum, bizi desteklemek zorundasın” mesajı vermektedir. Halk kolluk kuvvetleri yerine PKK'ya boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. “Eğer HDP barajı aşamazsa bölgede kaos çıkar, devlet yine bizi koruyamaz, o nedenle HDP’ye oy verelim, barajı aşmasını sağlayalım” şeklindeki algı tüm bölgeye hakim olmuştur. Halkta Doğu ve Güneydoğu’nun PKK’ya terk edildiği yönünde yerleşik bir kanaat oluşmuştur.  Yeni başa gelecek olacak hükümetin en öncelikli konusu da hiç şüphesiz bu bölgelerde yeniden asayişin sağlanması, PKK’nın kazandığı alan hakimiyetinin tekrar kazanılması, halkın güven içinde hareket edebileceği, düşüncelerini rahatça ifade edebileceği, özgürce oy kullanabileceği demokratik, güvenlikli bir ortamın sağlanması olmalıdır.

Muhasebe ve yenilenme zamanı

Seçimlerin ardından başta Ak Parti olmak üzere tüm partilerin yapması gereken şey, geçmiş dönemlerin muhasebesini yapıp hatalardan ders almak ve  yepyeni bir anlayışla tekrar işe koyulmak olmalıdır. Sadece terör örgütünün bitirilmesi ve başkanlık sisteminden vazgeçilmesi değil, sevgi politikalarının da topluma hakim olması istenmektedir. Basına, yargıya, farklı düşünen ve farklı yaşam tarzlarına sahip olan kişilere yönelik özgürlükçü politikalar, birleştirici konuşmalar, dışlayıcı ve baskılayıcı olmayan yaklaşım toplumda olumlu karşılanacaktır. Özellikle de gençlere hitap eden, onları muhatap alan, onların dilinden anlayan, sevecen, ılımlı, esprili ve dostça bir yaklaşıma sahip olan partilerin gördüğü teveccüh bunun kanıtıdır.

Kadınların toplumda ve siyasette daha aktif, daha ön planda olması bir ülkenin gelişiminde hayati öneme sahiptir. Bu seçimde Ak Parti’de 16’sı başörtülü olmak üzere 42 kadın milletvekili seçilmesi tabi ki önemli bir gelişmedir, ama yine de çok azdır.. Kadınlara değer veren partiler her zaman toplumda karşılık bulur. Bu konuda Türkiye’deki tüm partilerin de çok büyük bir atılım yapması gerektiği, aday listelerinde kadınlara daha çok yer vermeleri gerektiği açıktır.

Türk halkının özlediği aydın, sevecen, sevgi dolu, modern, dindar, kadın haklarını şiddetle savunan, kadına özgürlük veren modeli oluşturmak AK Partinin elindedir. Ak Parti yöneticileri iyi niyetle yapılmış eleştirilere açık olmalıdır. Eleştiri, istişare ve muhasebeye kapalı yapıların gelişmesi mümkün değildir, içine dönük yapılarda mutlaka çürüme olur. Ak Partinin de vatanın ve milletin iyiliği için seçmenin verdiği mesajı anladığını ifade etmesi, başkanlık sisteminden vazgeçildiğini vurgulaması, tüm milleti kucaklayan, reformcu, demokratikleştirici, kuşatıcı, yenilikçi, modern bir dindarlık anlayışına sahip bir parti olduğunu bir kez daha ortaya koyması ve ülkenin istikrarını sağlamada öncü bir rol oynaması gerekmektedir.

Sandıktan toplumsal barış talebi çıkmıştır

Türk halkı hiçbir partiyi tek başına iktidar yapmayıp koalisyona işaret ederek uzlaşı, toplumsal barış ve huzurdan yana oy kullanmıştır. Ortada kaybedilmiş bir şey yoktur. AK Parti hala birinci partidir ve en yakın rakibiyle arasında yüzde 16 civarında bir oy farkı bulunmaktadır. Her sonuçta mutlaka bir hayır vardır. Bu mesajı en iyi şekilde anlayıp halkımızın ihtiyaçlarına verilecek cevapla tekrar istenilen düzeye gelebilmek çok kolaydır.

Adnan Oktar'ın Daily Times ve MBC Times'da yayınlanan makalesi:

http://www.dailytimes.com.pk/opinion/20-Jun-2015/the-turkish-people-s-message

http://www.mbctimes.com/english/the-message-turkish-people-gave-on-7th-june



Eski Ramazanlar, Eski Dostluklar



İnsanlığın ahlaki değerlerden uzaklaşarak manevi anlamda gerileme kaydettiği günümüzde hiçbir şeyden zevk almayan mutsuz insanların sayısı da aynı oranda artmış durumda. Dostluk ve kardeşliğin öncelikli görülmediği, şefkat, merhamet, hoşgörü gibi hasletlerin unutulup arka plana atıldığı ve maddiyatın en önemli güç addedildiği dünya, saf sevgiye dayalı eski arkadaşlıkları, sarsılmaz dostlukları hasretle arayan insanlarla doldu. Hiç kuşku yok modern hayatın günlük koşuşturması içinde dünyevi amaçlar peşinde oradan oraya savrulan bu insanların en büyük özlemi hırsların, çatışmaların, çıkacılığın, samimiyetsizliğin olmadığı, her yere barış ve kardeşliğin hakim olduğu huzurlu bir hayat.

Gerçek şu ki maneviyatını yitirmiş, dejenere olmuş dünyanın gidişatından herkes şikayetçi. Candan muhabbetin, sevgi ve kardeşliğin dört bir yanı sardığı, birbirlerini tanıyan tanımayan herkesin sokaklarda en güzel biçimde selamlaştığı, kapıları kilitlemeye ihtiyaç duyulmadığı, her yere güvenin, dayanışmanın hakim olduğu eski zamanları, eski dostlukları, eski muhabbetleri, eskinin içtenliğini herkes özlüyor ve bir gün o huzurlu atmosfere kavuşmayı umutla bekliyor.

Eski zamanların coşkulu sevgi ve kardeşlik ortamından bahsederken şüphesiz akla hemen eski Ramazanlar geliyor. Günahlardan arınma ve sevap kazanma ayı olan kutlu Ramazan ayının eski zamanlarda tam bir birlik ve beraberlik içinde geçtiği herkesçe malum. Zengin fakir, yaşlı genç yediden yetmişe herkesin büyük bir sevgiyle birbirine kenetlendiği ve adeta tek vücut olduğu o eski günleri bugün hala özlemle yad etmemizin nedeni de bu.

Eski Ramazanların nasıl yaşandığına biraz değinecek olursak, bu mübarek ayın Müslümanlar tarafından, şimdi de olduğu gibi, büyük bir şevkle beklendiğini görüyoruz. Öyle ki daha üç aylardan itibaren her yere adeta bir bayram sevinci yayılıyor, sokaklar, camiler, minareler aydınlatılıyor, İslam aleminin her noktasını coşkulu bir bekleyiş kaplıyordu. Evler, camiler, sokaklar özenle temizleniyor, her yer Ramazan’ın ruhaniyetine hazır hale getiriliyordu. Tüm Müslümanlar birbirlerini iftara davet ediyorlar, haber vermeden iftara gelen misafirlerini dahi 'Allah misafiri' diyerek sofraya alıyorlar, onları da en güzel şekilde ağırlıyorlardı. Kendini en karlı gören kişi, en fazla misafir ağırlayan kişi olurdu. Zenginler bir ay boyunca evlerinin kapısını açık tutarlar, insanlar iftar saatlerinde davet edilmeseler dahi doğrudan kapıdan girer, oruçlarını açarlardı. Kim oldukları, nereden geldikleri sorgulanmaz, her gelen içeri alınırdı. Köşk ve konaklar bir ay boyunca adeta ziyafet yerine dönerdi. İftar sonrası topluca teravih namazına gidilir, namaz topluca eda edildikten sonra bu kez sahur ve onun da ardından sabah namazı için toplanılırdı. İnsanlar arasında ayrım yapılmaz, zengin fakir, dil, ırk ayrımı gözetmeden herkes birbiriyle kucaklaşırdı. Zengin olanlar fakirlere yardımda bulunmaktan büyük haz duyarlar, tüm ihtiyaçlarını karşılarlardı. Ayrıca Ramazan’ın bereketiyle tüm nimetler Müslüman, Hıristiyan ve Musevi demeden herkes tarafından eşitçe ve kardeşçe paylaşılırdı.

Görüldüğü gibi eski Ramazanların eşsiz ruhu İslam alemini sevgiyle kaplıyor, tüm kalpleri yumuşatıyor, herkes birbirine şefkat ve merhamet hissiyle yaklaşıyordu. Mezhep, dil, din, ırk ya da görüş ayırt etmeden tüm insanlar kardeşçe birbirini kucaklıyor, Allah'ın beğendiği derin bir ruh hali her noktayı kuşatıyordu. Müslümanlar var olan güzelliklerini bu manevi atmosferle birlikte daha da zirveye taşıyorlar, bu kutlu ayı iman ve yakinlerini daha da artıracakları kıymetli bir fırsata dönüştürüyorlardı.

Umuyoruz ki önümüzdeki dönemler de sevgi ve dostluk temellerinin atılacağı ve insanlar arasında fedakarlık, yardımseverlik, merhamet, hoşgörü, anlayış ve uzlaşının hakim olacağı kutlu bir dönem olacaktır. Tüm dünya bu dönemle birlikte aydınlığa kavuşacak, yeryüzünden kaybolmuş olan sevgi, saygı ve adalet ortamı yeniden başgösterecektir. Ve tabii ki bu ihtişamlı devirde Ramazanlar da görülmeye değer muazzam bir gösterişe sahip olacaktır. Bütün Müslümanlar aralarındaki dargınlıkları, ayrılıkları bir kenara bırakıp tekrar coşkuyla birbirlerine kenetlenecek, rahmet ve bereket yüklü sofralarda coşku ve heyecan içinde oruçlar açılacak, güzel ahlak ve maneviyatın sıcaklığı her yere hakim olacaktır. Yine umuyoruz ve inanıyoruz ki yakın bir gelecekte müminler hasretle kucaklaşacak, tüm İslam alemi yeniden barış ve huzur içinde yaşayacak, kalpler sevgi tohumlarıyla yeşerecek, tüm insanlık çok büyük bir sevgi ve kardeşlikle biraraya gelecek, ruhlardaki derin sevme ve sevilme eğilimi yeniden ortaya çıkacak, insanlar Allah’ı aşkla sevecek, Allah'ın üstün güzelliğini, yarattığı varlıklardaki tecellileri görme arzusunun verdiği şevk ve heyecan her yeri kaplayacaktır. Eskiden olduğu gibi şimdi de böyle büyük bir sevgi ortamına kavuşmak hepimizin duası. 

Adnan Oktar'ın New Straits Times'da yayınlanan makalesi:

http://www.nst.com.my/node/90704