8 Mayıs 2016 Pazar

Türkiye’nin demokrasi güzergahı nasıl olmalı?

 DİĞER MAKALELERİ OKUMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ

Türkiye, 13 yıldır belki de ilk defa zorlu bir seçim döneminden geçti ve 13 yıldır ilk defa AKP parlamento çoğunluğunu elde edemedi. “Bu beklenen bir sonuç muydu?” sorusuna Türkiye’deki büyük bir çoğunluk evet cevabını verecektir. Çünkü hemen herkes Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim öncesi sıklıkla vurgu yaptığı Amerikan tarzı başkanlık sisteminin, komünist terörün güçlü şekilde yaşandığı ülkemiz için bir risk olduğunu biliyordu. Halk, başkanlığı engellemek için tek yol olarak koalisyonu görmüştü.

Şimdi hemen herkesin seçim sonrası yorumu, “halkın vermek istediği mesaj iyi anlaşılmalı” şeklinde. Halkın verdiği mesaja şöyle bir dönüp baktığımızda ise, ülkeyi kaçınılmaz olarak federasyona sürükleyecek olan başkanlık sistemini reddeden halkın “daha fazla demokrasi” arayışının devam ettiği görülebiliyor. Sahip olduğumuz parlamenter sistem, aslında insanların demokrasi yoluyla isteklerini sandıkta yapabildiklerine dair önemli bir bağımsızlık mesajı verse de, Türkiye’nin, Avrupa parlamenter sistemleri ile kapsamlı bir kıyasa ihtiyacı vardır. Türkiye, elbette son dönemlerde hükümetin gerçekleştirdiği demokratik açılımlar vesilesiyle Avrupa Birliği normlarına uygun önemli gelişmeler kaydetmiştir. Fakat demokratik bir İslam toplumunun ve özgür bir Ortadoğu ülkesinin nasıl olması gerektiğini göstermek gibi de önemli bir sorumluluğu vardır. İslam’ın demokrasiyi esas alan; özgürlükler, sevgi, sanat ve barışın yolunu gösteren doğasını yaşatmaya en uygun ülkelerden biri Türkiye’dir. Dolayısıyla hurafeci İslam anlayışının getirdiği kirli gelenekler, bağnazlık, sevgisizlik, kadın düşmanlığı ve kan dökme özlemi Türkiye’nin asıl mücadele alanları olmalıdır.

Söz konusu hurafeci zihniyet ve Baas döneminden kalma Ortadoğu’nun bazı ürkütücü gelenekleri az da olsa Türkiye’de belli bir kesim üzerinde etkisini hissettiriyor. Avrupa’ya; modernliğe; sanata; kadınların kahkahasına, giyimine, varlığına cephe almış bir kısım kişiler, yakın zamana kadar –halkın yoğun tepkisine rağmen– Türkiye’nin gündeminde yer bulabiliyorlardı. Bu azınlık, Ortadoğu’yu bir kan ve öfke denizine sürükleyen asıl unsurun sahip oldukları korkunç zihniyet olduğunu göremiyorlardı. Ortadoğu’daki asıl sorunun ABD, İsrail, süper devletler, Hristiyanlar veya Museviler değil; Kuran’dan uzaklaşmış kendi bağnaz fikir ve uygulamaları olduğunu anlayamıyorlardı. Başkalarını suçlamaktan, nerede hata yaptıklarını bir türlü keşfedemiyorlardı.

Sayıları az da olsa seslerini duyurabilen bu kimseler şu anda Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda en büyük engeli teşkil ediyorlar. Bu kişiler, heykel, resim, müzik, mimari, kadın, özgürlük, demokrasi gibi Avrupa’yı Avrupa yapan her şeye karşılar. Kaliteyi önemsemiyor, kalitesizlikten rahatsız olmuyorlar. Hal böyleyken Avrupa’nın Türkiye’ye olan itirazının çıkış noktasını iyi anlamak gerekiyor. Avrupa Birliği normlarına uygun hale getirilmekte olan Türkiye yasaları, özellikle insan hakları ve azınlıklar konusunda önemli atılımları kuşkusuz beraberinde getirdi. Fakat Avrupa’nın korkusu olan bağnazlığa taviz, AB nezdinde ciddi bir endişenin kapılarını açıyor. Türkiye’de varlığını hissettiren bu azınlık, Avrupa için Türkiye’nin tüm artılarını silmek için yeterli görünüyor. Ortadoğu’nun durumuna bakıldığında ise bu korkunun haklı nedenlerini görememek çok zor.

Avrupa Birliği, Türkiye için önemli bir hedeftir. Çünkü Avrupa’nın demokrasi, özgürlük, kadın, sanat gibi hayati gördüğü değerler, zaten bir İslam ülkesinin sahip çıkması gereken değerlerdir; bunlar asıl olarak Kuran’ın değerleridir. Dolayısıyla Türkiye, bağnaz zihniyetteki kişilerin fikirlerini yaşatma alanı bulamayacakları bir özgürlükler ülkesi olmalı ve Avrupa Birliği hedefinde ısrarcı olmalıdır. Son seçimler ile Meclis’te kadın milletvekillerinin sayısı önemli ölçüde artmıştır ve bu Türkiye için bir başarıdır. Fakat hedef, kadınların çoğunlukta ve çok daha özgür oldukları bir parlamento olmalıdır. Bir ülkenin özgürlüğünün ve demokrasisinin en mükemmel teşhisi, o ülkede kadınlara yönelik bakış açısı ile ölçülür. Kadının ikinci planda olduğu devletler ise asla gelişemez, bela ve felaketlerden kurtulamazlar. Dolayısıyla Türkiye, Kuran’da kadına verilen değeri ölçü alarak, kadına yönelik Avrupa’dan daha güçlü bir anlayış geliştirmelidir. Böyle bir toplumda, kadını ikinci sınıf vatandaş gören, kadın kahkahasına karşı olanlar, artık ister istemez seslerini iyice kısacaklardır.

Eğer Türkiye, kan ağlayan Ortadoğu’ya bir model olmak istiyorsa, barışın inşasında başrolü almayı arzuluyorsa, bunu ancak söz konusu zihniyet değişimini yaparak başarabilecektir. Ortadoğu, Kuran’daki gerçek İslam’ın uygulandığı bir ülke görmeli ve bu ülkede sorunların kavgayla değil; sevgi, ittifak ve gerçek bir demokrasiyle halledildiğini gözlemleyebilmelidir. Bu ülkeler, Türkiye demokrasisine ve Türkiye’nin koruyuculuğuna inanmalıdırlar. Bunun için tüm düşmanlık politikaları sona ermeli, Türkiye özellikle Ortadoğu ülkeleriyle önce kendi sorunlarını güzel bir uzlaşı diliyle çözebilmeli, ardından ülkeleri Kuran’dan vereceği delillerle uzlaştırabilmelidir. Unutulmamalıdır; Ortadoğu din ile yoğrulmuştur. Bu coğrafyayı kan gölüne dönüştüren daima yanlış din anlayışı olmuştur; bunu tedavi edecek olan da Kuran’ın dili olacaktır. Türkiye, Kuran’ın dilini kullanarak bunu başarmalıdır. İşte bu büyük sorumluluğu almışken, henüz daha kendi sorunlarını çözemeyen bir millet olarak kalmamalı; Ortadoğu’da hüküm süren bağnazlık belasının kendi bünyesine girmesine bir nebze dahi izin vermemelidir. Türkiye, Ortadoğu’da barışı sağlarken, ülkeleri kendi özlem duyduğu şekilde değil, oldukları gibi kabul etmeli; mümkün olan en doğru adımı atmalıdır.

Sevgi, Ortadoğu’ya hakim bir politika olmalıdır. Eğer Ortadoğu’da çoktan unutulmuş sevgiyi tekrar yaşatma onuru Türkiye’nin üzerine düşecekse, Türkiye önce kendisi bir sevgi ülkesi haline gelmelidir. Tüm kainatın sevgi üzerine yaratıldığını ve Allah’ın daima sevgiyi beğendiğini daima hatırladığımızda bunu başarabiliriz. Ortadoğu’daki sorunların siyaset ya da daha fazla bomba ile hallolacağını zannedenlere de ancak bu şekilde doğruyu gösterebiliriz.

Adnan Oktar'ın The Jakarta Post'da yayınlanan makalesi:

http://www.thejakartapost.com/news/2015/06/21/what-right-path-turkish-democracy.html


Batı Dünyasında Radikal Terör Ne Zaman Son Bulur?


DİĞER MAKALE BLOGLAR İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ


Geride bıraktığımız yüzyılın özellikle son çeyreğinde tırmanışa geçen terör ve şiddet eylemleri bugün yalnızca belli bir ülkenin ya da bölgenin maruz kaldığı bir sorun olmaktan çıkmış ve dünyanın hemen her yerinde karşılaşılan bir tehlikeye dönüşmüş durumda. Terörün son durağı ise Avrupa. Avrupa'da ardı ardına yaşanan terör olayları tüm dünyanın gündeminde.

Bu sene başında Paris’te 12 Charlie Hebdo çalışanının öldürülmesinin ardından Avrupa'nın çeşitli yerlerinde meydana gelen terör eylemleri tüm kıtayı alarma geçirdi. Hükümet binalarının, gazete ve dergilerin, metro istasyonlarının ve alışveriş merkezlerinin yanı sıra sinagoglar, cami ve mescidler, vakıflar, koşer mağazaları gibi teröristlerin öncelikli hedefi olduğu düşünülen yerlerde yüksek güvenlik önlemleri alındı. En son Danimarka’nın Kopenhag şehrinde Charlie Hebdo'da hayatını kaybedenleri anmak için düzenlenen toplantıya yapılan terör saldırısı da Avrupa'nın karşı karşıya kaldığı sorunun ciddiyetini bir kez daha gözler önüne sermiş oldu.

Bir kişinin hayatını kaybettiği ve üç polisin yaralandığı saldırının hemen ardından bir sinagoga gerçekleştirilen ikinci saldırıda iki polis memuru ve bir sivil vatandaşın yaralanması üzerine Danimarka'da çok yoğun güvenlik önlemleri alınırken, başta Belçika ve Almanya olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde terör alarmı verildi ve olası saldırılara karşı yeni tedbir uygulamaları devreye sokuldu.

Tüm bunlar olup biterken ve adeta bir nefret sarmalına dönüşen dünyada terör günden güne gelişirken yaşananlardan en çok etkilenen ve en büyük zararı görenler hiç kuşku yok ki sıradan, masum insanlar. Nitekim yüzyılın en büyük belası olan terör, anarşi ve şiddet yalnızca güvenlik güçlerini değil, masum insanları hedef alıyor, haklarına ve canlarına kast ediyor, kardeşi kardeşe kırdırıyor, birbirine düşman ediyor, milletleri ve ülkeleri parçalıyor.

Terör nedeniyle maddi manevi zarara uğrayan kesimlerin başında da şüphesiz Müslümanlar geliyor. Özellikle 11 Eylül saldırılarından bu yana uluslararası toplumun gündem maddelerinden biri haline gelen ve sözde "İslami terör" olarak tanımlanan radikal terör eylemleri başta ABD ve Avrupa olmak üzere tüm dünyayı huzursuz ediyor ve toplumları şiddetli savunmaya geçiriyor. Gerçekte İslam'dan son derece uzak bağnaz bir anlayışa sahip oldukları halde İslam adına ortaya çıkan ve kendilerini İslam'ın temsilcileri olarak lanse eden radikal terör örgütlerinin insanlık dışı eylemleri nedeniyle Müslümanlar tüm Batı'da potansiyel şüpheli olarak görülüyor, kişilik hakları zedeleniyor ve aşağılayıcı muameleye maruz kalıyorlar.

Peki dünyayı yaşanmaz bir yer haline çeviren radikal terörün bir an önce son bulması için ne yapmak gerekiyor?

Gerçek şu ki güvenlik güçlerinin aldıkları tedbirler kimi zaman terör örgütlerine karşı başarı elde edilmesine aracı olsa da örgütlerin yok olmasını sağlayamıyor. Asıl olarak terörle mücadele algısının değişmesi, sorunun sadece güç kullanarak çözülemeyeceğinin farkına varılması şart. Yanlış ideolojiyi yok etmenin tek yolu doğruyu öğretmekten geçiyor. Radikal terörü yok etmenin tek yolu da şiddet ve nefretin dayanağı olan fikri, fikren ortadan kaldırmak. Öncelikli olarak yapılması gereken ise radikalizm ile İslam'ı birbirinden ayırmak.

Uydurma hadislere ve hurafelere dayanarak geliştirilen radikal din anlayışında sevgiye, kardeşliğe, şefkat ve merhamet duygularına, kadına değer verme, kadını üstün tutma gibi bir anlayışa ve sanatın ve bilimin teşvik edildiği bir yapıya yer yok. Diğer bir deyişle bağnaz ve radikal din anlayışında insanlara sevinç veren ve dünyalarını aydınlatan hiçbir şey yok. Aksine yalnızca baskı, dayatma, şiddet ve acımasızlık var. Radikalizm ve bağnazlık insanları adeta ölmeden mezara koyan ve tüm güzellikleri ellerinden alan bir sistem.

Oysa İslam diğer tüm hak dinler gibi insanlığa sevgi getirmeyi hedefliyor. İslam'ın kaynak kitabı olan Kuran'da nefret, öfke ya da öldürme arzusu yok; aksine barış var, kardeşlik var, birlik ve beraberlik ruhuyla, sevgiyle hep birlikte yaşamak var. Radikallerin dayattığı şiddet ve nefretin son bulması için radikalizmin İslam'la hiçbir şekilde alakasının olmadığı ve radikal din anlayışının savunduğu değerlerin Kuran ile örtüşmediği gerçeğinin anlatıldığı bir eğitim politikasına gidilmesi şart. Bağnaz fikir ortada durduğu müddetçe İslam coğrafyasını Drone’larla bombalamak, bölgeye asker göndermek, terör örgütlerinin liderlerini öldürmek; özetle, şiddete şiddetle cevap vermek terörü bitirmez. Tam tersine körükler ve daha büyük bir tehlikeye dönüştürür. Asıl gereken silahların değil fikirlerin konuştuğu bir ortam oluşturmaktır. Şiddete dayanak olarak gösterilen sözde hadislerin uydurma olduğu, Müslümanların Kuran’daki sevecen, akılcı, itidalli ahlaka uymakla yükümlü oldukları İslam topluluklarına kapsamlı olarak anlatılmalıdır. Gençler sevgiyi ve barışı emreden gerçek İslam anlayışına dayalı bir eğitimle bilinçlendirildiğinde, "İslam’ı anlatıyorum" diyerek onları şiddete yönelten radikallerin tüm yolları kapatılmış olur ve yoğun bir eğitim seferberliğiyle bağnaz felsefe kısa sürede fikren ortadan kaldırılır. Özlemini duyduğumuz barış, kardeşlik ve sevgi dünyaya ancak o zaman hakim olacaktır.

Adnan Oktar'ın Arabian Gazette'de yayınlanan makalesi:

http://www.arabiangazette.com/when-will-radical-terror-western-world-end-20150629/


Yunanistan: “Euro Bölgesinde Olmak ya da Olmamak”



Eski Yunan yaygın olarak Batı medeniyetinin beşiği olarak düşünüldüğünden daima övgüyle anılır. 2500 yıl önce kurulmuş olmasına rağmen bugün hala özellikle sanat, mimari ve estetik olmak üzere pek çok yönden dünyayı etkilemeye devam ediyor. Bir zamanlar Batı’nın doğduğu yer olan bir ülkenin iflas etmek üzere olduğunu görmek zor. Yunanistan bugün önemli bir kararın eşiğinde; ya borçlarıyla ilgili bir anlaşmaya varacak ve Euro Bölgesinde kalacak ya da önceki para birimi drahmiye geri dönecek. Bu belirsizlik halk arasında haklı olarak korku yaratıyor ve Avronun orijinal para birimiyle değişmesi ihtimali insanların olası bir devalüasyon korkusuyla bankalara akın edip Avro hesaplarını çekmelerine neden oluyor. Sonuç olarak, sadece geçen hafta Yunan bankalarından yaklaşık dört milyar avro çekildi.
Yunanistan’da ekonomik kriz nasıl başladı?
2008 yılında Amerika’da Lehman Brothers’ın iflasından sonra başlayan ekonomik krizi takiben Avrupa ülkeleri bundan etkilenmeye başladı. Yunanistan onlardan sadece biriydi; GSYİH oranına göre %180’lik borç oranı ve %10’luk bütçe açığıyla ülke Euro bölgesinin en zayıf konumdaki ülkesi. Son yedi yılda Yunan ekonomisi sadece küçüldü. Ekonomiyi önceki seviyelere döndürmek için Yunanistan, Troyka’ya borç para almak için başvurdu. Sonuç olarak bu Yunanistan’ı sıkı kemer sıkma tedbirleri altına soktu. Çöpten yemek yiyen evsizlere, elektriği olmayan evlere, ekmek almak için para bulamayan işsizlere ve tıbbi tedavi alamayan hastaların sayılarının artmasına şahit olduk. 2015 yılı başlarına denk gelen seçimle Yunan halkı değişim umuduyla oylarını kullandı. Sol kanat Syriza partisinin genç lideri Alexis Tsipras ülkenin sonu gelmeyen KDV’lerden ve diğer maaş kesintilerinden sıkıntı çekmesine izin vermeyeceği sözünü verdi; ayrıca ülkeyi sıkı tasarruf tedbirlerinden çıkarmak için görüşmeler yapacaktı. Bu onun Başbakan olarak seçilmesinin en önemli sebebiydi. Başbakan Tsipras ve Maliye Bakanı Yanis Varoufakis IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Birliği ile ülkeyi eski haline getirmek için pek çok görüşmeler gerçekleştirdi ancak bunların hiçbiri verimli sonuçlar getirmedi ve şimdi Haziran sonuna kadar uzatabildikleri ilk dilim borç ödemesi için saat geriye sayıyor. Dolayısıyla, Yunanistan’ın karşı karşıya olduğu meseleleri çözmek için AB ve IMF ile kritik toplantılar düzenleniyor.
Yunanistan Euro Bölgesinden Ayrılırsa Ne Olur?
Bugün Yunanistan ilgi odağında ve insanlar nefesini tutmuş alınacak kararı bekliyorlar. İki güçlü Avrupa ülkesi Almanya ve Fransa Yunanistan’ın Euro Bölgesinden ayrılması durumunda bunun ortak para birimi üzerinde art arda gelen yıkıcı etkileri olacağına inanıyorlar. Yunanistan’ın Euro Bölgesinden ayrılması kuşkusuz AB üye devletlerin ekonomilerinin beklenmeyen risklerle karşılaşmasına neden olacak: dolayısıyla Avrupa kendisini Yunanistan’ı kurtarmak zorunda hissediyor. Bu sadece ekonomik bir sorun olarak görülmemeli çünkü bu aynı zamanda insani, siyasi, jeopolitik ve tarihsel bir mesele. Ayrıca ekonomik çöküşün eşiğindeki tek ülke Yunanistan da değil; bu tip bir karar diğer AB üye devletlerin sorunlarını da kötüleştirebilir. Görünüşe göre son günlerde merkez sağdan merkez sola kadar tüm çevrelerde AB’den ayrılmak yeni moda olarak görülüyor: Örneğin İngiltere, Finlandiya, İtalya’daki bazı muhalefet partileri, Fransa’da Marine Le Pen’nin Ulusal Cephe Partisi Avro ile ilgili şüpheciler ve birlikten ayrılma isteklerini de açıkça gösterdiler. Kaçınılmaz olarak bu zor kararı asıl Yunan halkı alacak, bu dışarıdan insanların değil onların kendi kararı olmalı.
Avrupa ülkeleri aynı zamanda bu ayrılışın Yunanistan’ı Rusya’ya yaklaştıracağı konusunda rahatsızlar ve bu Yunanistan’ın AB tarafından Rusya’ya uygulanan yaptırımlara ret oyu vermesine neden olabilir. Yunanistan ve Rusya’nın yakınlıklarının yeni bir gelişme olmadığını söylemeye gerek yok; aralarındaki bağ binlerce yıl geriye gidiyor. Ortodoks Hıristiyanlık çerçevesinde derin bir kültürel bağları var ve Thessalonica’dan Yunanlı kardeşler Saints Cyril ve Methodius tarafından yazılan aynı Kiril alfabesini paylaşıyorlar. Bu iki köklü ülke arasındaki bağ görmezden gelinmemeli
Türk Akım Boru Hattı Projesi Yunanistan’a Ne Getirir?
Rusya gazını Türkiye ve Yunanistan üzerinden Avrupa’nın güneyine taşınması planlanan bu yeni boru hattı projesinde somut adımlar atılmaya başlandı. Geçen hafta Türkiye Akım Boru Hattını Türkiye/Yunanistan sınırı üzerinden uzatmak için Rusya ve Yunanistan tarafından yazılı bir anlaşma imzalandı. Yunanistan bu yeni imzalanan projeyi Rusya Devlet Kalkınma Bankası’nın finanse edeceğini doğruladı. Bu projenin, şimdiye kadar aralarında umulan derecede ticari ilişkileri olmayan Türkiye ve Yunanistan’ı birbirine yaklaştırmak gibi, Yunanistan ekonomisi için pek çok olumlu etkisi olacak. Geçmişte bazı politik çekişmeler yaşanmış olsa da herkes Yunan ve Türk halkının çok iyi ilişkiler içerisinde olduğunu bilir. Birlikte bir tarih paylaşan iki halk her zaman birbirini sevmiş ve önemsemiştir
Ayrıca dünyada en fazla sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye, ülke üzerindeki ekonomik etkileri veya yükü düşünmeden ihtiyaç içinde olanlara gösterdiği şefkati uygulamalarıyla ispat etmiştir. Bunu görmek özellikle manevi ve moral destek ihtiyacı içinde olan Yunan halkı rahatlatacaktır ve ekonomik yardımın ötesinde insanların neşesini geri getirecektir. Benzer şekilde Türkiye ve Rusya’nın karşılıklı sevgi, saygı ve destek çerçevesinde çok güçlü ilişkileri vardır ki bu onları yeni sektörlerde birlikte çalışma konusunda daha istekli hale getirmektedir. Türkiye, Rusya ve Yunanistan arasında güçlü bir insani bağ oluşturulması, umuyoruz ki sadece ekonomik olarak değil, Ermeni ve Kıbrıs sorunu dahil bölgenin karşı karşıya olduğu daha pek çok çözülmemiş sorun için anlamlı çözümler getirecektir. Bu ilgili devletler için verimli sonuçlar doğuracak ve bölgeye barış getirecektir. Unutulmamalıdır ki çıkar üzerine yapılan devlet politikaları hemen hemen her zaman acıyla sonuçlanır. Aksine, ister kendi birliğinden ister başka anlaşmalardan olsun herkesi kucaklamak ve ekonomik kriz dönemlerinde ilk acı çekenler her zaman onlar olduğu için insanların ihtiyaçlarına öncelik vermek yapılması doğru olan şeydir.
Adnan Oktar'ın Pravda.ru'da yayınlanan makalesi

Adnan Oktar Twitter’da başlatılan Türkiye’yi karalama kampanyasına TeröristPKK YPG etiketiyle cevap verdi



Geçtiğimiz gün IŞİD’in, Kobani’nin Mürşitpınar Sınır Kapısı'na yakın bir bölgede gerçekleştirdiği saldırıdan sonra, İŞİDcilerin Kobani’ye Türkiye’den geçtiği iddiası ortaya atıldı. Bu söylentiler yetkililer tarafından belgelerle yalandı ve YPG kıyafetleri ile Suriye'nin Cerablus kentinden Kobani'ye sızdıkları tespit edildi. Ancak buna rağmen bazı karanlık odaklar sosyal medyada, Türkiye’yi olayların sorumlusu gibi göstermeye çalışarak yeni bir provokasyon hazırlığına giriştiler.

IŞİD saldırısı sonrasında, Kobanili yaralılara ve Kürt mültecilere kapılarını açan Türkiye aleyhinde Twitter’da bir karalama kampanyası başlatıldı. PKK ve YPG sempatizanları, saldırıyı gerçekleştiren IŞİD elemanlarının Türkiye’den geldiğini iddia ederek, Türkiye için ‘terörist’ etiketi açtılar. İngilizce açılan #TerroristTurkey başlığı, kısa sürede en çok konuşulanlar listesine girdi.

Sn. Adnan Oktar aynı gün A9 TV ekranlarındaki canlı yayın programında bu çirkin saldırıya karşı - TeröristPKK YPG – şeklinde bir etiket başlattı. Tüm AK Partili, MHP’li, BBP’li ve Saadet Partili gençleri bu etikete destek vermeye ve yapılan çirkin saldırıya karşı Türk Gençliği’nin gücünü göstermeye çağırdı. Adnan Oktar’ın başlattığı bu etiket, Twitter’da Türkiye’yi karalamak için ortaya atılan #TerroristTurkey etiketini geride bırakarak Türkiye ve Dünya Gündemi TT listelerinde ilk sıralara yerleşti.

“Türkiye'nin IŞİD saldırıları ile hiçbir bağlantısı olmadığını” belirten Adnan Oktar, PYD, PJAK ya da YPG’nin PKK’dan hiçbir farkı olmayan, Öcalan ve PKK bayraklarıyla hareket eden, Stalinist, komünist bir örgüt olduğuna ve gerçekte hepsinin PKK ile aynı olduğuna dikkat çekti. Ayrıca bölgeye şiddeti ve dehşeti öğreten, terörü bölgeye yayanın da yine PKK olduğunu hatırlattı.

“Ülkemiz aleyhinde dünya çapında böylesine hain bir saldırı yürütülmesini hiçbir Türk genci kabul etmesin” diyerek, tüm Türkiye’yi bu etikete destek vermeye ve dünyaya gerçeği anlatmaya çağıran Adnan Oktar’ın bu çağrısı kısa sürede büyük yankı uyandırdı ve TeröristPKK YPG etiketi Twitter TT listelerinde en üst sıralara yerleşti.


Tarih Türkiye’yi Unutmayacak



Evlerinde rahat yaşayan insanlar için mültecilik hep “başkalarının” sorunudur. Bundan belki 5 yıl önce Suriyeliler için de başkalarıydı mülteciler. Bundan belki birkaç yıl sonra mültecilere nefretle karşı çıkanlar aynı konuma gelecekler. Belki onlar bir çanta eşya ile tüm varlığını yitirmiş kalakalacak ve dünyanın duyarsızlığına şaşacaklar. Duamız bundan sonra artık başka ülkelerde başka trajediler görmemektir elbette. Fakat dünyadaki 59 milyon insanın tümünün mülteci doğmadığını da unutmamak gerekiyor.

20 Haziran mülteciler günü nedeniyle BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) 2014 yılına ait çeşitli veriler açıkladı. Buna göre dünyada 59.5 milyon kişi mülteci konumunda. Bu, II. Dünya Savaşından beri dünya çapında yaşanan en büyük mülteci krizi. Uluslararası toplum ise çoğunlukla bu meseleyi mültecileri barındıran ülkelerin üzerine bırakmış durumda. BM, Suriyeli sığınmacılara destek için koyduğu maddi yardım hedefinin sadece yüzde 23’üne ulaşılabildi. Afrika’da ise, mülteciler için gereken paranın yalnızca %11’ini bulabildi. Afrika hala önemsiz, dolayısıyla da çözümsüz görülmeye devam ediyor.

Mülteci krizini aşmak için sorun yaşanan ülkelerde BM’nin denetiminde güvenli bölgelerin oluşturulması –geçici de olsa- şu an en etkili çözüm gibi görünüyor. Fakat ilgili bölgelere BM’nin para aktaramayacak olması bu fikrin hayata geçirilmesini imkansızlaştırıyor. Mülteci sorununun yaşandığı hemen her ülke için birkaç gelişmiş ülkenin garantör olması ve ihtiyaçları karşılaması uygulanabilir bir çözüm. Ama bu aşamada da bunu yapabilecek yürekli ve vicdanlı ülke bulma sorunu karşımıza çıkıyor.

Mülteci krizini sadece çadır kamplarda yaşayan insanlarla sınırlı tutmak doğru değil. Yurtlarından kör bir hedefe ulaşmak için ayrılıp hiçbir yerde barınamayan, korkunç insanlık dramlarıyla yüzleşenlerin sayısı ve konumları şaşırtıcı boyutlarda. 31 Mayıs itibariyle 2015’te Akdeniz’i geçmek isteyen 1865 kişi hayatını kaybetti. Güneydoğu Asya’da ise, 2015’in ilk çeyreğinde teknelerde yaklaşık 300 kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Ölüm sebepleri açlık, susuzluk ve tekne mürettebatının uyguladığı şiddet. BM'in insan hakları yüksek komiserleri teknelerdeki kadınlara tecavüz edildiğini, erkeklerin dövülerek denize atıldığını, çocukların ise ailelerinden ayrılarak istismar edildiğini açıkladı.

Uluslararası toplum, üzerine düşen görevi tam anlamıyla yapmıyor olsa ve özellikle Avrupa ülkeleri, Avustralya ve ABD mülteciler konusunda beklenenden daha kayıtsız bir görünüm sergilese de, atılan bazı adımlar ve bir takım söylemler sevindirici. Yaşanan felaketlerin ardından Akdeniz’de Triton operasyonunun geçmişteki Mare Nostrum seviyesine çıkarılması, Myanmar’daki Rohinyalıların isminin belki de ilk defa uluslararası toplum krizlerinin arasında geçmesi dünya için halen ümit vaat eden gelişmeler. “Akdeniz’de sığınmacıları ölümden kurtarmak Avrupa'daki ülkeler için ahlaki görevdir. Kıtamızın kapıları önünde insanları suyun üstünde terk etmekle kendi onurumuzu kaybederiz” sözleri ise Almanya Cumhurbaşkanı Gauck’a ait.

Uzaktan izlerken birdenbire mülteci krizini kendi kapılarında görerek şaşkınlık içinde kalan Avrupa duruma alışadursun, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği raporunda dünyada en fazla mülteciyi barındıran ülke Türkiye oldu. Türkiye’ye dışarıdan bakan bazı insanlar bu durumu bir zorluk, aksilik veya felaket olarak nitelendirebilirler. Oysa Suriyeli ve Iraklı kardeşlerimizi kendi topraklarımızda ağırlıyor olmak bizim için bir onurdur. Ezilmiş mazluma, savaştan kaçan zavallıya, ihtiyaç içindeki yoksula yardım etme fırsatı Allah tarafından bize verilmiştir. Bizler bu onuru İspanya’dan kaçan Musevileri, Stalin’den kaçan Rusları, Saddam’dan kaçan Kürtleri topraklarımıza alırken de yaşamıştık. Bu toplumların bizleri hala sevgi ve dualarla anmalarının nedeni budur. Toplumlar böyle bir iyiliği var oldukları müddetçe unutmazlar. Çünkü onlara bu fırsatı verenlerin sayısı hep çok az olmuştur.

İsraf haddini aşar, tüm paralar silahlara yatırılır, milyonlarca dolarlık bomba yüklü dronelar cirit atar, ülkelerdeki faiz sistemi acımasız şekilde işlerken; Türkiye gibi gelişme çabasındaki bir ülke 5.1 milyar doları mültecilere ayırabilmişken; içlerinde dünyanın en zengin 7 ülkesinin de bulunduğu 193 ülkeden oluşan Birleşmiş Milletler mülteciler için para bulamamaktadır. Ülkeler, pek çok şekilde çözebilecekleri mülteci sorununu sadece insan kaçakçılığını engelleyecek askeri kanunlarla durdurmayı hedeflemekte, çoğu zaman insanların ülkelerini terk etmelerine çözüm bulmak yerine, bu insanların kendi ülkelerine gelmemelerini sağlamaya çalışmaktadırlar. Bir ülke için mültecileri alıp barındırmak, koruyup eğitmek, onlara kendi vatandaşı gibi bakmak mülteci sorununa çözüm iken, Macaristan gibi başka ülkeler için Sırbistan sınırına 4 metrelik çit inşa etmek çözüm olmaktadır.

Şunu hatırlatalım; bir insan tacirine askeri tedbir uygulamak bazı ülkeler için etkili bir çözüm yolu gibi görünebilir. Oysa bir zalimi düzeltmenin tek yolu, ona insan olduğunu hatırlatabilmektir. Sevgi ve ahlak olmadan insanı insan yapan tüm değerler yok olduğuna göre, vatanından kaçmak zorunda kalmış bir mülteciyi bir sorun, bir yük veya bir bela gibi gören zihniyet ile bunu sağlamak imkansızdır.

Mülteci, bir yük veya bela değil, Allah’ın misafiridir. Gayri resmi verilere göre 2.5 milyon misafiri barındıran Türkiye ise bizim için gurur vesilesidir. Musevileri, Rusları, Kürtleri yarı yolda bırakmamış tarihimiz bizim için gurur vesilesidir. Geriye dönüp baktığımızda, “bu insanları topraklarımıza kabul etmedik o yüzden öldüler” diyebileceğimiz korkunç bir geçmişimiz olmadığı için şükürler olsun. Çünkü o pişmanlığı bir daha hiçbir şeyle telafi edemezsiniz. Kutsal kitabımız Kuran’a göre ise bir can kurtardığınızda dünyayı kurtarmış gibi olursunuz. (Kuran, 5/32)

Adnan Oktar'ın Arab News & Pakistan Observer & The Malaysian Insider'da yayınlanan makalesi:

http://www.arabnews.com/columns/news/768001

http://epaper.pakobserver.net/201506/28/comments-2.php

http://www.themalaysianinsider.com/sideviews/article/a-heart-for-helping-refugees-harun-yahya


Türk Halkının 7 Haziran Mesajı



3 genel seçim, 3 yerel seçim, 2 referandum ve 1 cumhurbaşkanlığı seçiminden zaferle ayrılan, 13 yıllık iktidarı boyunca hep yükselen bir grafik izleyen Ak Parti 7 Haziran seçimlerinden yine birinci parti olarak çıktı, ancak mecliste hükümet kuracak çoğunluğunu kaybetti. Seçimin bir diğer önemli sonucu ise son 30 yıldır 40.000’den fazla şehit verilmesine neden olan bölücü terör örgütü PKK’nın perde arkasından desteklediği HDP’nin seçim barajı olan yüzde 10’u geçip, meclise 80 vekil ile girmesi oldu. Bu durum Türkiye’nin geleceği açısından çok fazla şey ifade ediyor. Yüzde 9 oy kaybı yaşayan Ak Partiye seçmen önemli bir mesaj verdi. Şimdi yapılması gereken şey bu mesajın çok dikkatli bir şekilde okunarak kapsamlı değişimlere gidilmesi ve yepyeni politikalarla milletin huzuruna çıkılması.

Başkanlık sistemine “Hayır”

Ak Parti iktidarı 13 yıl içinde Türkiye’yi hayal bile edilemeyecek bir noktaya taşıdı. Altyapıdan sağlığa, kentleşmeden sosyal haklara çok büyük bir kalkınma hamlesi gerçekleşti. İfade özgürlüğü ve demokratik kazanımlar alanında bir devrim yaşandı. Ülke Ak Parti sayesinde normalleşti.

Türk halkı için ekonomi, yol yapımı, kalkınma gibi konular her zaman ikinci planda olurken, vatanın bütünlüğü, huzuru ve topraklarımızın güvenliği ise birinci önceliktir. Son bir yıldır devam eden başkanlık tartışmaları da Türk milleti tarafından bu doğrultuda değerlendirilmiştir. Seçmenin en büyük mesajı ülkeyi federasyona ve bölünmeye götürecek bir başkanlık sistemini hiçbir şekilde istemediğidir. Bu sistemin ülkeyi bölünmeye götüreceğini anlayıp dehşete düşen  ve ülkesi parçalanacak diye panik olan Türk halkı seçimlerde de bu hassasiyetini ortaya koymuştur.

Doğu ve Güneydoğu’da güvenlik zafiyeti

Seçimlerin sonucunu en çok etkileyen nedenlerden biri ülkenin Doğu ve Güneydoğusunda yaşanan güvenlik zafiyetidir. Ne yazık ki bu bölgelerimiz eli kanlı bir terör örgütüne teslim edilmiş görüntüsü vermektedir. Bölücü terör örgütü PKK ve onun uzantıları  bölgede adeta devletleşmiş, kendi sözde mahkemelerini, savcılarını, adliyelerini, güvenlik kadrolarını oluşturmuştur. İddia edilenin aksine, çözüm sürecinde terör örgütünün gücü azalmamış ve silahlar bırakılmamış, tam tersine bölgeye PKK tam anlamıyla hakim olmuştur. Terörist sayısı çok büyük bir artış göstermiş, hafif silahlardan uçaksavar, füzesavar benzeri ağır silahlara geçiş olmuştur. Bölgede PKK’nın onaylamadığı bir faaliyet yapmak imkansızlaşmış, AK Parti dahil hiçbir siyasi parti bölgede özgür bir şekilde hareket edemez hale gelmiştir.

Silahı ve kendini koruma gücü olmayan, savunmasız, mazlum, fakir halkımız PKK’lı katil teröristler karşısında zor durumda kalmıştır. Karşı çıkanların teker teker şehit edildiği, üstelik bu cinayetleri işleyenlerin yaptıklarının yanına kaldığı bir düzen bölgeye hakim olmuştur. PKK ise “Devlet seni koruyamaz, ben korurum, bizi desteklemek zorundasın” mesajı vermektedir. Halk kolluk kuvvetleri yerine PKK'ya boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. “Eğer HDP barajı aşamazsa bölgede kaos çıkar, devlet yine bizi koruyamaz, o nedenle HDP’ye oy verelim, barajı aşmasını sağlayalım” şeklindeki algı tüm bölgeye hakim olmuştur. Halkta Doğu ve Güneydoğu’nun PKK’ya terk edildiği yönünde yerleşik bir kanaat oluşmuştur.  Yeni başa gelecek olacak hükümetin en öncelikli konusu da hiç şüphesiz bu bölgelerde yeniden asayişin sağlanması, PKK’nın kazandığı alan hakimiyetinin tekrar kazanılması, halkın güven içinde hareket edebileceği, düşüncelerini rahatça ifade edebileceği, özgürce oy kullanabileceği demokratik, güvenlikli bir ortamın sağlanması olmalıdır.

Muhasebe ve yenilenme zamanı

Seçimlerin ardından başta Ak Parti olmak üzere tüm partilerin yapması gereken şey, geçmiş dönemlerin muhasebesini yapıp hatalardan ders almak ve  yepyeni bir anlayışla tekrar işe koyulmak olmalıdır. Sadece terör örgütünün bitirilmesi ve başkanlık sisteminden vazgeçilmesi değil, sevgi politikalarının da topluma hakim olması istenmektedir. Basına, yargıya, farklı düşünen ve farklı yaşam tarzlarına sahip olan kişilere yönelik özgürlükçü politikalar, birleştirici konuşmalar, dışlayıcı ve baskılayıcı olmayan yaklaşım toplumda olumlu karşılanacaktır. Özellikle de gençlere hitap eden, onları muhatap alan, onların dilinden anlayan, sevecen, ılımlı, esprili ve dostça bir yaklaşıma sahip olan partilerin gördüğü teveccüh bunun kanıtıdır.

Kadınların toplumda ve siyasette daha aktif, daha ön planda olması bir ülkenin gelişiminde hayati öneme sahiptir. Bu seçimde Ak Parti’de 16’sı başörtülü olmak üzere 42 kadın milletvekili seçilmesi tabi ki önemli bir gelişmedir, ama yine de çok azdır.. Kadınlara değer veren partiler her zaman toplumda karşılık bulur. Bu konuda Türkiye’deki tüm partilerin de çok büyük bir atılım yapması gerektiği, aday listelerinde kadınlara daha çok yer vermeleri gerektiği açıktır.

Türk halkının özlediği aydın, sevecen, sevgi dolu, modern, dindar, kadın haklarını şiddetle savunan, kadına özgürlük veren modeli oluşturmak AK Partinin elindedir. Ak Parti yöneticileri iyi niyetle yapılmış eleştirilere açık olmalıdır. Eleştiri, istişare ve muhasebeye kapalı yapıların gelişmesi mümkün değildir, içine dönük yapılarda mutlaka çürüme olur. Ak Partinin de vatanın ve milletin iyiliği için seçmenin verdiği mesajı anladığını ifade etmesi, başkanlık sisteminden vazgeçildiğini vurgulaması, tüm milleti kucaklayan, reformcu, demokratikleştirici, kuşatıcı, yenilikçi, modern bir dindarlık anlayışına sahip bir parti olduğunu bir kez daha ortaya koyması ve ülkenin istikrarını sağlamada öncü bir rol oynaması gerekmektedir.

Sandıktan toplumsal barış talebi çıkmıştır

Türk halkı hiçbir partiyi tek başına iktidar yapmayıp koalisyona işaret ederek uzlaşı, toplumsal barış ve huzurdan yana oy kullanmıştır. Ortada kaybedilmiş bir şey yoktur. AK Parti hala birinci partidir ve en yakın rakibiyle arasında yüzde 16 civarında bir oy farkı bulunmaktadır. Her sonuçta mutlaka bir hayır vardır. Bu mesajı en iyi şekilde anlayıp halkımızın ihtiyaçlarına verilecek cevapla tekrar istenilen düzeye gelebilmek çok kolaydır.

Adnan Oktar'ın Daily Times ve MBC Times'da yayınlanan makalesi:

http://www.dailytimes.com.pk/opinion/20-Jun-2015/the-turkish-people-s-message

http://www.mbctimes.com/english/the-message-turkish-people-gave-on-7th-june



Eski Ramazanlar, Eski Dostluklar



İnsanlığın ahlaki değerlerden uzaklaşarak manevi anlamda gerileme kaydettiği günümüzde hiçbir şeyden zevk almayan mutsuz insanların sayısı da aynı oranda artmış durumda. Dostluk ve kardeşliğin öncelikli görülmediği, şefkat, merhamet, hoşgörü gibi hasletlerin unutulup arka plana atıldığı ve maddiyatın en önemli güç addedildiği dünya, saf sevgiye dayalı eski arkadaşlıkları, sarsılmaz dostlukları hasretle arayan insanlarla doldu. Hiç kuşku yok modern hayatın günlük koşuşturması içinde dünyevi amaçlar peşinde oradan oraya savrulan bu insanların en büyük özlemi hırsların, çatışmaların, çıkacılığın, samimiyetsizliğin olmadığı, her yere barış ve kardeşliğin hakim olduğu huzurlu bir hayat.

Gerçek şu ki maneviyatını yitirmiş, dejenere olmuş dünyanın gidişatından herkes şikayetçi. Candan muhabbetin, sevgi ve kardeşliğin dört bir yanı sardığı, birbirlerini tanıyan tanımayan herkesin sokaklarda en güzel biçimde selamlaştığı, kapıları kilitlemeye ihtiyaç duyulmadığı, her yere güvenin, dayanışmanın hakim olduğu eski zamanları, eski dostlukları, eski muhabbetleri, eskinin içtenliğini herkes özlüyor ve bir gün o huzurlu atmosfere kavuşmayı umutla bekliyor.

Eski zamanların coşkulu sevgi ve kardeşlik ortamından bahsederken şüphesiz akla hemen eski Ramazanlar geliyor. Günahlardan arınma ve sevap kazanma ayı olan kutlu Ramazan ayının eski zamanlarda tam bir birlik ve beraberlik içinde geçtiği herkesçe malum. Zengin fakir, yaşlı genç yediden yetmişe herkesin büyük bir sevgiyle birbirine kenetlendiği ve adeta tek vücut olduğu o eski günleri bugün hala özlemle yad etmemizin nedeni de bu.

Eski Ramazanların nasıl yaşandığına biraz değinecek olursak, bu mübarek ayın Müslümanlar tarafından, şimdi de olduğu gibi, büyük bir şevkle beklendiğini görüyoruz. Öyle ki daha üç aylardan itibaren her yere adeta bir bayram sevinci yayılıyor, sokaklar, camiler, minareler aydınlatılıyor, İslam aleminin her noktasını coşkulu bir bekleyiş kaplıyordu. Evler, camiler, sokaklar özenle temizleniyor, her yer Ramazan’ın ruhaniyetine hazır hale getiriliyordu. Tüm Müslümanlar birbirlerini iftara davet ediyorlar, haber vermeden iftara gelen misafirlerini dahi 'Allah misafiri' diyerek sofraya alıyorlar, onları da en güzel şekilde ağırlıyorlardı. Kendini en karlı gören kişi, en fazla misafir ağırlayan kişi olurdu. Zenginler bir ay boyunca evlerinin kapısını açık tutarlar, insanlar iftar saatlerinde davet edilmeseler dahi doğrudan kapıdan girer, oruçlarını açarlardı. Kim oldukları, nereden geldikleri sorgulanmaz, her gelen içeri alınırdı. Köşk ve konaklar bir ay boyunca adeta ziyafet yerine dönerdi. İftar sonrası topluca teravih namazına gidilir, namaz topluca eda edildikten sonra bu kez sahur ve onun da ardından sabah namazı için toplanılırdı. İnsanlar arasında ayrım yapılmaz, zengin fakir, dil, ırk ayrımı gözetmeden herkes birbiriyle kucaklaşırdı. Zengin olanlar fakirlere yardımda bulunmaktan büyük haz duyarlar, tüm ihtiyaçlarını karşılarlardı. Ayrıca Ramazan’ın bereketiyle tüm nimetler Müslüman, Hıristiyan ve Musevi demeden herkes tarafından eşitçe ve kardeşçe paylaşılırdı.

Görüldüğü gibi eski Ramazanların eşsiz ruhu İslam alemini sevgiyle kaplıyor, tüm kalpleri yumuşatıyor, herkes birbirine şefkat ve merhamet hissiyle yaklaşıyordu. Mezhep, dil, din, ırk ya da görüş ayırt etmeden tüm insanlar kardeşçe birbirini kucaklıyor, Allah'ın beğendiği derin bir ruh hali her noktayı kuşatıyordu. Müslümanlar var olan güzelliklerini bu manevi atmosferle birlikte daha da zirveye taşıyorlar, bu kutlu ayı iman ve yakinlerini daha da artıracakları kıymetli bir fırsata dönüştürüyorlardı.

Umuyoruz ki önümüzdeki dönemler de sevgi ve dostluk temellerinin atılacağı ve insanlar arasında fedakarlık, yardımseverlik, merhamet, hoşgörü, anlayış ve uzlaşının hakim olacağı kutlu bir dönem olacaktır. Tüm dünya bu dönemle birlikte aydınlığa kavuşacak, yeryüzünden kaybolmuş olan sevgi, saygı ve adalet ortamı yeniden başgösterecektir. Ve tabii ki bu ihtişamlı devirde Ramazanlar da görülmeye değer muazzam bir gösterişe sahip olacaktır. Bütün Müslümanlar aralarındaki dargınlıkları, ayrılıkları bir kenara bırakıp tekrar coşkuyla birbirlerine kenetlenecek, rahmet ve bereket yüklü sofralarda coşku ve heyecan içinde oruçlar açılacak, güzel ahlak ve maneviyatın sıcaklığı her yere hakim olacaktır. Yine umuyoruz ve inanıyoruz ki yakın bir gelecekte müminler hasretle kucaklaşacak, tüm İslam alemi yeniden barış ve huzur içinde yaşayacak, kalpler sevgi tohumlarıyla yeşerecek, tüm insanlık çok büyük bir sevgi ve kardeşlikle biraraya gelecek, ruhlardaki derin sevme ve sevilme eğilimi yeniden ortaya çıkacak, insanlar Allah’ı aşkla sevecek, Allah'ın üstün güzelliğini, yarattığı varlıklardaki tecellileri görme arzusunun verdiği şevk ve heyecan her yeri kaplayacaktır. Eskiden olduğu gibi şimdi de böyle büyük bir sevgi ortamına kavuşmak hepimizin duası. 

Adnan Oktar'ın New Straits Times'da yayınlanan makalesi:

http://www.nst.com.my/node/90704

"Özgürlük Yasası" ABD halkına gerçek özgürlüğü getirecek mi?



Bilindiği gibi ABD, gerek Birleşmiş Milletler'in kurulmasında gerekse "Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi"nin hazırlanmasında önemli rol üstlenmiştir. Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi de ABD Haklar Bildirgesi esas alınarak hazırlanmıştır. Dolayısıyla, 20. yüzyılda "demokrasi, insan hak ve özgürlükleri" dendiği zaman, ilk akla gelen Batı toplumu ve bu toplumun öncüsü ABD olmaktaydı.

Ancak, özellikle 2000'li yılların başından günümüze uzanan süreçte Washington yönetimlerinin, "terörle mücadele", "ulusal güvenlik" gibi konularda izledikleri bir takım aşırı tedbirler ve tartışmalı uygulamalar, ülkedeki demokrasi ve insan hakları düzeyinin sorgulanmasını gündeme getirdi.

Nitekim 2 yıl önce yaşanan önemli bir gelişme ABD halkını, özel hayatlarının aslında o güne kadar sandıkları kadar özel ve mahrem olmadığı gerçeğiyle yüzyüze getirdi.

Snowden'in İfşaatlarıyla Ortaya Çıkan İstihbarat Skandalı

2013 yılında, eski bir anlaşmalı istihbarat çalışanı olan Edward Snowden, NSA'in (National Security Agency) Amerikan halkının hemen hepsinin telefon konuşma kayıtlarını toplu olarak sakladığı bilgisini basına ve kamuoyuna sızdırdı. Snowden'in ifşaatları üzerine Amerikan halkı, yaptıkları telefon görüşmelerinden e-posta yazışmalarına, hatta Google’da aradıkları sözcüklere kadar özel hayatlarının en ince ayrıntılarına dek kendi ülkesinin gizli servisleri tarafından izlenildiğini öğrendi.

NSA'in bu teknik takip ve izleme skandalının ortaya çıkmasıyla kamuoyu, sınırsız istihbarat yetkisinin dayandırıldığı "Vatansever Yasası"nın (Patriot Act) 215. maddesinin varlığından da haberdar olmuş oldu. 11 Eylül saldırılarının ardından, sözde 'terörizmle mücadele' kapsamında ABD istihbarat kurumlarına son derece geniş izleme yetkileri veren Vatansever Yasası'nın üç maddesinin geçtiğimiz 1 Haziran'da geçerlik süreleri doldu. Tartışmalı 215. maddeyle birlikte süresi dolan diğer 2 madde de, bir terör örgütüyle doğrudan bağlantısı tespit edilemese bile şüphe duyulan herkesin her türlü iletişiminin izlenebilmesi ve hakkında istihbarat toplanması yetkilerini içermekteydi.

Vatansever Yasası Yerine Özgürlük Yasası

2 Haziran'da, daha önceki hafta Temsilciler Meclisi'nde kabul edilen ve Vatansever Yasası'nın söz konusu tartışmalı maddelerinin yerine geçmesi öngörülen "Özgürlük Yasası" (Freedom Act) 32'ye karşı 67 oyla Senato genel kurulundan geçti ve Obama tarafından da hızlıca onaylanarak yürürlüğe girdi.

Özgürlük Yasası, NSA gibi istihbarat servislerinin ABD sınırları içindeki izleme ve bilgi toplama faaliyetlerine çeşitli sınırlamalar koyarken FBI'ın da terörizmle mücadele konusunda sahip olduğu birçok özel yetkiye kısıtlayıcı tedbirler öngörüyor. Yasa aynı zamanda, NSA'in faaliyetlerinin daha şeffaf ve hesap verilir olması yönünde de ölçüler getiriyor.

Yeni yasa, NSA'in telefon görüşmesi verilerini bizzat kaydedip depolamasını engellerken bu yetkiyi özel telefon şirketlerine devrediyor. Ayrıca NSA'in bu verilere ulaşması için her durumda Dış İstihbarat Teftiş Mahkemesi’nden (Foreign Intelligence Surveillance Court) izin alması gerekiyor. Aynı zamanda bu özel mahkeme tarafından atanacak sivil avukatların da talebin makul ve yerinde olup olmadığını araştırmaları da öngörülüyor.

Özgürlük Yasası Gerçekten Etkili mi Yoksa Göstermelik mi?

Bu kapsamda Özgürlük Yasası, ilk bakışta 15 yıla yakın bir süredir yürürlükte olan Vatansever Yasası'na göre insan hak ve özgürlüklerine daha çok değer veren ve onları koruyan bir yasa gibi görünüyor. Ne var ki, yasanın NSA ve diğer istihbarat kurumlarını dizginleme konusunda çok yetersiz, hatta bütünüyle etkisiz olduğuna dair yorumlar da yapılıyor.

Örneğin, merkezi New York'ta bulunan İnsan Hakları Örgütü (Human Rights Watch-HRW), Özgürlük Yasası ile ilgili yaptığı açıklamada, reformun, "devlet kontrolündeki geniş çaplı izlemeye karşı çok küçük bir adım" olduğunu ve "kapsamlı izleme reformlarına acil ihtiyaç" duyulduğunu belirtiyor.

Diğer yandan, yeni yasanın hükümetin artık ABD halkını izlemediği imajını vermeye yönelik bir göz boyama olması dışında hiçbir yaptırım gücü olmadığına dair sert eleştiriler de geliyor. Eleşiriler yeni yasayı, NSA'in geniş çaplı istihbarat faaliyetinin çok küçük bir parçasına zoraki getirilen kozmetik bir rötuş olarak değerlendiriyor.

Dahası, NSA'in, son düzenlemelerle hiçbir kayba uğramadığı gibi telefon kayıtlarını depolama maliyetini özel telekomünikasyon firmalarına yükleyerek ciddi bir tasarruf sağladığı da belirtiliyor. Dickinson Üniversitesi politik bilimler profesörü H.L. Pohlman da, 4 Haziran'da Washington Post'da yayınlanan yazısında, "Amerika'nın yeni Özgürlük Yasası hükümetin telefon verileri toplama ve analiz etme konusunda yetkilerini genişletebilir" diyerek yeni yasaya olan güvensizliğini ifade ediyor.

7 Milyar İnsanı İzlemekle Teröre Çözüm Sağlanmaz

Özetle, Özgürlük Yasası ister ciddi, somut bir girişim olsun isterse göstermelik olsun, gerçek olan ABD istihbarat servislerinin izleme ve gözetleme faaliyetlerinin en uç sınırlarda tüm hızıyla sürdüğü. Ayrıca söz konusu yasa yalnızca ABD vatandaşları ile ilgili istihbarat faaliyetleri hakkında olup ABD vatandaşı olmayanlar ve yurtdışındakilerle ilgili istihbarat faaliyetlerini sınırlandırma konusunda herhangi bir madde içermiyor.

Elbette, ABD yönetiminin radikal teröre karşı ülkesinin ve vatandaşlarının güvenliğini sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alması en doğal hakkı. Ancak bunu yaparken izlenen yöntemlerin başarılı ve sonuca yönelik olması, demokrasi ilkeleriyle ve insan hak ve özgürlükleriyle çatışmaması en hayati konu. Nitekim Vatansever Yasası'nın bugüne kadar tek bir terör eylemini dahi engellemediği bilinen bir gerçek.

Her fırsatta belirttiğim gibi radikal tehlikeye karşı ne askeri yöntemler ne de en sonunda 7 milyar insanı tek tek izlemeye, herbirinin başına birer bekçi veya kamera koymaya varacak yöntemler bugüne kadar hiçbir sonuç vermedi. Tam aksine terörün boyutlarının çok daha genişlemesine neden oldu. Dahası yukarıda anlatılan, ABD vatandaşlarının mağduriyeti örneğinde olduğu gibi masum insanların da gereksiz yere sıkıntıya düşmesine, basit bir şüphe üzerine soruşturmalara, tutuklamalara maruz kalmalarına ve hükümetlere karşı güven kayıpları oluşmasına neden oldu.

Oysa milyarlarca dolar maliyetli bu etkisiz ve başarısız yöntemler yerine radikalizmin zihniyetini yok etmeye yönelik, insanların vicdanlarını, ahlaki ve kültürel gelişimlerini hedefleyen, sevgi, şefkat ve barış esaslarını gözeten eğitim politikaları teröre en köklü ve etkili darbeyi vuracak, en kesin sonuç alınacaktır.

Adnan Oktar'ın Arabian Gazette'de yayınlanan makalesi:

http://www.arabiangazette.com/will-freedom-act-bring-real-freedom-americans-20150617/


İslam kardeşi kardeşe düşman etmez!


Arap dünyası belki de Moğol istilasından bu yana en büyük karışıklıklarından birini yaşıyor.  Bu sefer karışıklığın baş aktörü Arapların kendileri. Ramazan ayı Müslümanların birbirine yakınlaşıp kaynaştığı bir ay olması gerekirken, Yemen Ramazan’a 24 saat kala  gerçekleşen dört ayrı terör eylemi ile başladı. Ramazan ayı arifesinde meydana gelen saldırılar bir Müslümanın kendini en güvende hissetmesi gereken camilerin önünde gerçekleşti. Başkentin farklı bölgelerinde gerçekleşen bombalı saldırılarda en az 30 kişi öldü.

Ramazan’da Yemenlilerin yaşadığı sıkıntılar sadece camilerde patlayan bombalar ile kısıtlı değil. Dünyanın en zengin ülkeleri ile çevirili olmasına karşın dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Yemen şimdi daha yoksul. Yemen’de halk Ramazan ayına açlık ve ölüm tehlikesinin gölgesinde giriyor. Yemen halkının yüzde sekseni şu an yardıma muhtaç.

Karşısında yine kendisi ile aynı durumda olan başka bir Yemenli ile savaşıyor. Aralarındaki tek fark inançları. Aslında soracak olursanız ikisi de “dinimiz İslam” der. Aynı Allah’a, aynı Kitaba, aynı peygamberlere inanıyorlar. Kıbleleri de bir. Aynı yöne yönelip aynı şekilde namaz kılıyorlar. Peki, nasıl camiye ibadet için giden kardeşlerini katletmeye çalışabilecek kadar gaddarlaşıyorlar?

“Doğru Çözümler Sorunların İsabetli Tespit Edilmesi ile Mümkündür” başlıklı yazımızda Yemen’in içindeki durumun nedenlerinin neler olabileceği üzerinde durmuştuk. O yazıda birçok siyasal ve sosyal etmenler olmakla birlikte iki temel nedeni dile getirmiştik. Bunlardan ilkinin Müslümanların aralarında birlik olmaması olduğunu söyleyip bu sorunun nasıl aşılabileceğini geçen yazımızda açıklamıştık.

İkinci neden ise “İslam’ın, Kuran’da yeri olmayan değerlerle özdeşleştirilerek yaşanması” demiştik. Bu da yanlış bilinen İslam’dır. Bugün Yemen dahil olmak üzere, Müslümanların yaşadığı pek çok ülkede hâkim olan bu yanlış İslam anlayışında demokrasi, fikir özgürlüğü, sevgi, saygı, şefkat, dostluk, fedakârlık gibi kavramlar yoktur. Bu dinin adı İslam değil, bağnazlıktır. Şii de olsa Sünni de olsa aynı batıl dini savunurlar hep birlikte: “Senin fikrine tahammülüm yok! Ya benimkini kabul et ya da yok ol!”

Özellikle son dönemlerde bu tahammülsüz ve bağnaz anlayış, çoğunlukla İslam dini gibi anılmaya başladı. Bir kısım odaklar bağnazlık dinine İslam adını koydular. Bağnazlık dinine yönelik korkularını İslam’a yönelttiler ve böylece İslam düşmanlığı yayıldı. İnsanlar korkularının İslam’dan değil, bağnazlık dininden kaynaklandığının farkında bile olmadılar. Hurafecilerin yarattığı bağnaz dinin İslam adına ortaya çıktığını göremediler. Çünkü kimse onlara İslam’ın bu olmadığını anlatmadı. Ne İslam adına ortaya çıkan Sünni ve Şii radikaller, ne de bu radikallerden korku duyan olan islamofobikler gerçek İslam’ın bu bağnaz, ürkütücü, sevgisiz ve nefret dolu dinle hiçbir alakasının olmadığını gösteremedi.

İslam dininin radikalleri tüm dünyaya, ama en çok da Müslümanlara zarar vermeye başladılar. İşte bugün Yemen’de, Irak’ta, Afganistan’da, Mısır’da ve Libya’da yaşananların nedeni budur.

“Ilımlı İslam” kelimesi de bu nedenle ortaya atıldı ve radikallerin vahşetine karşı koyan Müslümanlar “ılımlı Müslüman” olarak anılmaya başlandı. İslam karşıtı sesler ılımlı İslam’ın savunucularını takdir ettiler, fakat radikallere karşı onları güçsüz buldular. Onların yanlış inançlarına göre bağnazların savunduğu din gerçek İslam’dı ve ılımlı olanlar tarafından yumuşatılmaya çalışılıyordu (İslam’ı tüm bu benzetmelerden tenzih ederiz). Hatta buna İslam’da reform, ılımlı İslam savunucularına da reformist dediler. Oysa bu bir reform değildir, İslam’ın Hz. Peygamber (A.S.) zamanında olduğu gibi yaşanması talebidir. İslam dinine sonradan eklenen tüm bağnaz ve hurafe anlayışların terk edilmesi ve sahabe dönemindeki İslam’a geri dönülmesi için gayret edilmesidir.

Gerçek Müslümanlar yıllardır İslam adı altında dünyaya yayılan bir yalanı ilimle yok etmeye, Kuran’dan delillerle İslam’ın gerçeğini göstermeye çabalıyorlar. Gayeleri yıllardır İslam adına temsil edilen radikalizmi, bağnazlığı, fanatikliği ve İslam ile alakası olmayan o hurafe dinini ortadan kaldırmak ve bağnazlar tarafından İslam’a yönelik yapılmış en büyük iftiraya son vermek.

İslam’ın adı bağnazlıktan kurtarıldığı gün Yemen’in kurtulduğu gün olacaktır. O gün Sünniler, Husileri Sünni yapmaya çalışmayacak, Husiler Sünnileri öldürmeyecek. Araplardan oluşan koalisyon güçlerinin uçakları Yemen’in üzerine bomba yağdırmayacak. Kadınlar Yemen sokaklarında özgürce gezerken rahatlıkla ben bir Müslümanım diyebilecek. Yemen’in zengin komşuları petro-dolarlar ile keyif çatmak yerine Yemenli yetimlere yardımına koşacaklar.

Adnan Oktar'ın National Yemen & News Rescue ve Al Sohof'da yayınlanan makalesi:

http://nationalyemen.com/2015/06/22/islam-does-not-set-brother-against-brother/

http://newsrescue.com/islam-does-not-set-brother-against-brother/

http://www.alsohof.net/news/99/842206/Islam_Does_Not_Set_Brother_against_Brother


Kalitesizlik İslam Dünyasındaki Çatışmaları Besliyor



Yemen’deki çatışmalar sürüyor. Husiler son haftalarda Suudi Arabistan-Yemen sınırlarında konuşlanan Suudi ordusu ve koalisyon güçlerine karşı saldırılarını artırdı. Koalisyon güçleri de Suudi Arabistan sınırındaki Hacce kenti yakınlarında bulunan Husi üslerine havadan saldırıyor.

Ülkedeki iç çatışmanın ve koalisyon güçlerinin hava saldırılarıyla denizdeki ablukasının gıda, su, ilaç sıkıntısına yol açtığı Yemen’de barış için henüz bir umut yok.

Koalisyon güçleri Husilerin başkentten çıkmasını ve Riyad'da sürgünde olan Devlet Başkanı Mansur Hadi'nin Birleşmiş Milletler kararı uyarınca ülkesine dönmesini istiyor. Ancak BM Özel temsilcisi İsmail Veled Şeyh Ahmed liderliğinde taraflar arasında kalıcı bir ateşkes anlaşması için yapılan görüşmelerde henüz net bir sonuç yok.

Öte yandan başkent Sana'da geçen hafta birçok Şii camiine bombalı saldırı düzenlenmişti. Yemen El Kaidesi ise ülkenin doğusundaki Mukalla kentinin kontrolünü elinde tutarak bölgedeki gücünü korumayı sürdürüyor. Bu köşede Yemen ile ilgili yazılarımızda uzun zamandır Yemen’deki fakirlikten, iç çatışmalardan bahsediyoruz. Oysa burada Yemen’de artan refahtan, şehirlerin yeniden imar edilişinden, Şii ve Sünnilerin beraber namaz kılıp oruç açmalarından bahsetmeyi gönülden arz ederdik.

Evet, bugün Yemen’de büyük bir çatışma ortamı var, bu nedenle insanların büyük bir kısmı çetin koşullarda yaşıyor. Ancak geçmişe dönülüp bakılacak olursa o dönemlerden de övgü ile bahsetmek pek mümkün değil.

Sana, Kahire, Bağdat, Halep çatışmaların olmadığı dönemlerde de aynı sorunlarla boğuşan şehirler. Şehirlere hâkim olan kahverengi bir renk toz, toprak, kirlilik, çarpık yapılaşma ve fakir insanlar. Afganistan’dan Libya’ya uzanan topraklar kadınların kendilerini güvende hissederek özgürce gezemedikleri yerler olmuş hep.

Demokrasinin adından çokça bahsedilip kendisinin varlığına pek rastlanılmamış burada. Bugünün huzursuzluğunu, dün de Kaddafi, Saddam vermiş bu topraklarda. Kendi gibi düşünmeyenin, kendi gibi olmayanın hep ölmesi gerektiğini düşünen bir zihniyet hâkim olmuş. Bazen siyaset, bazen din, bazen de milliyet ya da aşiret farklılıkları adına insanlar üzerinde ağır baskılar kurulmuş, fikir ve inanç özgürlüğü kısıtlanmış. Yönetenler kendi ideolojilerini, inanç ve yaşam tarzlarını benimsetmekle uğraşmış sadece. Yönetilenler ise geçim derdine düşmüş, sadece yaşıyor olmak bile bir avuntu kaynağı olmuş.

Karşılıklı anlayışın yeşermediği bu topraklarda geçmişteki gibi sanat eserleri yapılamamış. Birkaç diktatör sarayı haricinde hiçbir yerde estetik bir kaygı gözetilmemiş. Yüzyıllardır dünyaca tanınmış tek bir bilim adamı yetişmemiş bu topraklarda.

Oysa geçmişte bu topraklar fikirde, bilimde, sanatta dünyanın önde gelen coğrafyalarındandı. Bu üstün medeniyetin kaynaklarından biri Kuran'da bildirilen akılcılık ve açık görüşlülüğün büyük bir şevk ve kararlılıkla uygulanmasıydı.

Müslümanlar,  diğer inançların ve medeniyetlerin temsilcileri tarafından hep gıptayla ve hayranlıkla izlenmişler. Günümüz Müslümanlarının İslam Medeniyeti'nin bu görkemli geçmişini iyi bilmeleri, bunun hem heyecanını hem de sorumluluğunu taşımaları gerekiyor.

Bugün de geçmiştekine benzer bir ihtişamın yeniden inşa edilmesi, Müslümanların yeniden dünyaya ışık tutan kültür ve medeniyet önderleri olmaları mümkün. Ancak bu yönde yapılacak her türlü çalışmanın öncelikle birlik ve beraberlik ruhu içinde gerçekleştirilmesi son derece önemli. Farklılıkları hoşgörü ile karşılayan, gücünü ve enerjisini Müslümanların ve insanlığın hayrına kullanan, uzlaşmacı ve barışsever bir kültür Müslümanlar arasında hâkim olursa, İslam dünyası 21. yüzyılın en büyük medeniyetini inşa edecektir.

Adnan Oktar'ın National Yemen'de yayınlanan makalesi:

http://nationalyemen.com/2015/06/29/lack-of-quality-is-feeding-the-conflicts-in-the-islamic-world/


Türkiye’nin Oy Sandığı ile Randevusu



7 Haziran, Türkiye’nin demokratik tarihindeki en önemli seçimlerinden birine damga vurdu. Hem Türkiye hem uluslararası arenada her gazeteci, yorumcu ve politikacı bu genel seçimin sonuçlarıyla ilgili tahminlerde bulundu. Her parti temsilcileri oy kazanabilmek için aylar boyunca çeşitli TV kanallarında göründüler, mitingler düzenlediler ve ülkenin çeşitli bölgelerinde vatandaşlarla bir araya geldiler. Özel şirketler son güne kadar anketler düzenledi.

Seçim günü geldi geçti ve bugün bazı sorular cevap buldu, ama hala bazı belirsizlikler var. Seçimi özetlemek gerekirse seçmenlerin oy verme oranı %86 oldu ki bu, Amerika’da 2012 başkanlık seçimlerindeki %58,2 ve İngiltere’de 2015 Mayıs ayında genel seçimlerde oy kullanan İngiliz vatandaşlarının %66 seviyesindeki oranlarıyla kıyaslandığında oldukça başarılı bir oran. Kadınlar Mecliste 96 sandalye alarak, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Mecliste ilk kez %18’lik bir oran yakalamış oldular. Bu durum Türk Parlamentosunun tarihteki en kucaklayıcı meclis haline geldiğini, farklı inançlar ve etnik gruplardan adayları barındırmasıyla da göstermiştir. Dört Hıristiyan ve iki Yezidi milletvekili Mecliste yemin edecekler. Ayrıca 25. Mecliste tanınmış çeşitli gazeteci ve pek çok akademisyenle de karşılaşacak olmamız başka bir başarı işareti.

AK Parti oyların %40,8’ini aldı ki bu hükümet kurmak için yeterli olmasa da nüfusun hala önemli bir oranı. İktidardaki 13. yılında AK Parti ilk kez tek başına hükümet kurma çoğunluğunu kaybetmiş bulunuyor. Bu sonucun başlıca nedeni oy verenlerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son zamanlarda savunduğu başkanlık sistemini desteklememeleri. Bu yeni model vatandaşlarda hükümet partisinin oylarında bir düşüşe neden olan haklı bir tereddüt meydana getirdi.

Başkanlık Sistemi ve Türkiye için Sonuçları

Başkanlık Sisteminin Türkiye için uygun bir sistem olmamasının nedeni federasyon tipi bir sistem getirmesidir. Pek çok ülkede federasyon sistemi geçerli yönetim şekli olsa da, komünist, terörist PKK örgütüyle mücadele etmesinden dolayı bu Türkiye için büyük bir tehlikedir. PKK’nın amacı Türkiye’nin güney doğusunu ayırarak komünist özerk bir devlet kurmaktır. Türkiye’nin PKK’ya karşı yıllardır verdiği mücadelenin bedeli ağır olmuştur ve yaklaşık 40.000 Türk askeri şehit edilmiştir. PKK büyük Türk ordusuna karşı savaş kazanmanın olası olmadığını fark ettiğinden, artık Türk topraklarını bölme niyetini açık olarak gösteremiyor, ne var ki bu komünist terörist örgütün amacına ulaşmasına olanak verecek bir başkanlık sisteminden faydalanmayı amaçlıyor. Bir başkanlık sistemi her bir eyaletin kendi seçimlerini kendisinin yapmasına, yerel yöneticilerini seçmesine ve nihai olarak federal bölgelerin bağımsızlık talep ederek Türkiye devletinin birliğini tehlikeye atacak yerel yasalar çıkartmasına olanak verecektir. Türk ulusu böyle bir riski asla kabul etmez ve şehitlerimizin kanıyla sulanmış topraklarımızın bir karışından asla vazgeçmez.

Oylar Ekonomiyi Nasıl Etkileyecek

AK Partinin politik istikrar ve ekonomik reformlar sayesinde görev süresi içinde ekonomik olarak kayda değer gelişmeler yaptığını belirtmek önemlidir. AK Parti dönemindeki ekonomik gelişmeleri analiz edecek olursak, kişi başına gelirin üçe katlandığını ve GSMH’daki artış kolaylıkla görülecektir.  Türkiye 2008’deki küresel ekonomik krizden sadece kısmen etkilenmiş ve 2009’un son çeyreğinden itibaren başlayarak büyümeyi sürdüren az sayıdaki ülkeden biri olmuştur. Türkiye 1994’e kadar düşük yabancı yatırım seviyeleri gösterirken, 2006’dan sonra yabancı yatırım 20 milyar USD’ye yükselmiş ve bu oran artamaya devam ederek 2012’de olumlu bir seviyeye ulaşmıştır. Para piyasalarının 2015 seçimlerine gösterdiği sert tepki ve döviz kuru artarken borsanın değer kaybetmesi şaşırtıcı değil. Merkez Bankasının yerinde adımları ile döviz dengesi sağlanmak üzere. Ekonomideki, özellikle ihracattaki bazı meselelerin nedeni, ülkenin Türkiye ekonomisinde doğal olarak geçici bir durgunluğa neden olan çatışma bölgeleriyle çevrili olmasıdır. ABD merkezli Standard & Poors seçimlerden sonra yaptığı yazılı açıklamayla Türkiye’nin BB+ olan kredi notunu değiştirmemiştir ki bu en iyi senaryoyla Türkiye’nin GSYH’nın %3’ün üstüne gerileyeceği, dış borç rakamlarının dengeleneceği ve maliye politikasının sıkı olacağına işaret etmektedir. Yabancı yatırımcıların Türkiye’den bekledikleri şey mevcut makro-ekonomik politikalarda kayma olması ve Merkez Bankasıyla uyumlu bir ilişki içinde olmasıdır. Politik alandaki mevcut belirsizlik nedeniyle bir koalisyon hükümeti kurulana kadar dalgalanmaların devam etmesi beklenmektedir.

Komşular ve Müttefiklerle Yeni bir Başlangıç

Uluslararası alanda, Türkiye komşuları ve Batıyla ilişkilerinde karşı karşıya olduğu zorlukların farkındadır. Türkiye dünyanın en hayati bölgesinde bir anahtar figür olduğundan, tüm dünya Türkiye’nin geçirdiği politik süreci yakından takip etmektedir. AK Parti 45 gün içinde bir koalisyon kurmak zorundadır aksi takdirde yeni bir erken seçim yolda olacak. Yabancı politika yorumcuları yeni hükümet kurulduğunda Türkiye’nin müttefikleriyle ilişkilerinde bir kayma olacağı görüşündeler. Bu, komşularla, ABD, NATO ve AB ile yeni bir başlangıç için iyi bir fırsat olacaktır.

Bu Seçim Bize Ne Öğretti?

Ülkemizin refahı için politikacılarımız kendi kişisel düşüncelerini bir yana bırakmalı, PKK gibi bir komünist terörist örgüt tehlikesini yok ederek, ayrılıkçılara karşı mücadelede birlikte hareket etmek için makul bir koalisyon hükümeti kurmalı, istikrarlı politikalar ve ekonomi anlamında ülkeyi ileri götürmelidirler. Türkiye’nin hem yurtiçinde hem uluslararası olarak değişmeye ihtiyacı var. Yeni bir hükümet yapıcı ve dostça eleştirilere açık olmalıdır. Türkiye’nin daha kaliteli, sadık, liberal, her seviyeden vatandaşı kucaklayan kapsayıcı bir hükümete ihtiyacı var. Bunların tümü sadece sevgi, dayanışma, anlayış ve merhametle başarılabilir.

Adnan Oktar'ın Tehran Times'da yayınlanan makalesi:

http://www.tehrantimes.com/index_View.asp?code=247437

İslam Âlemi’ndeki Çatışmaları Sonlandıracak Uluslararası Bir Model Mümkün



Yemen’de Koalisyon güçlerinin 26 Mart'ta başlattığı "Kararlılık Fırtınası" adlı hava harekâtı 21 Nisan’da sona ermiş ve Yemen halkı için artık "Umuda Dönüş" operasyonunun başladığı belirtilmişti. Ardından da ateşkes ilan edilmişti. Savaşın tansiyonu düşmüş olmasına karşın Koalisyon güçlerinin bombardımanı aralıklarla sürüyor. Öte yandan tarafları uzlaştırma çabaları da devam ediyor.

Suudi Arabistan’ı ve koalisyondaki ortaklarını Husilere karşı operasyon yapmaya teşvik eden ABD şimdi de Husilerle barış sağlamak için görüşmeler yapıyor. Yemen’de Hadi hükümetinin sözcülerinden Recih Bedi, ABD’nin Husilerle Umman’da görüştüğünü öne sürdü. Bedi, Reuters’a yaptığı açıklamada ABD’nin Şii Husilerle Umman’da görüştüğünü öne sürdü. Bedi, “Amerikalıların isteği üzerine, özel bir Amerikan uçağıyla Muskat’a götürülen Husilerle toplantılar yapıldığı bilgisini aldık. Biz bu görüşmelerde herhangi bir şekilde yer almıyoruz” dedi.[i]

Bu iddianın ardından ABD Dışişleri Bakanlığı Stratejik İletişim Başdanışmanı Marie Harf, Yakın Doğu İlişkilerinden sorumlu diplomat Anne Patterson'ın Umman'da Husilerden bir grupla da görüştüğünü doğruladı.[ii]

Husiler üst düzey yetkilisi Deyfullah Şami, hareketin iç savaşın sona erdirilmesini amaçlayan ve BM'nin arabuluculuğunda 14 Haziran’da Cenevre'de düzenlenecek barış görüşmelerine ön koşulsuz katılacaklarına dair bir açıklama yaptı. 

Bu gelişmeyi Yemen’i da dâhil ederek, Libya’dan Afganistan’da kadar coğrafyada son yıllarda yaşananları dikkate alıp değerlendirdiğimizde çok çarpıcı bir gerçekle karşılaşırız. 

Arap-İslam dünyasını etkisi altına alan güçler, bu coğrafyada bir yandan büyük yıkımlara yol açarken diğer yandan barışı tesis edici, düzen kurucu rolünü üstlenebilmektedirler. Arap-İslam âlemi o kadar aciz duruma düşmüştür ki, birbirlerini öldürmeleri sayesinde ekonomik – siyasi güç ve çıkar elde eden ülkelerden barış umar hale gelmişlerdir. Bu büyük çelişki Arap – İslam alemine silah satarak ya da petrollerini kullanarak güç kazananların sağladıkları barışın yeni çatışmalar doğuracağı kalıcı çözümler oluşturamayacağının açık göstergesi.

Çatışmaları durdurmanın yegâne yolu İslam âleminin kendi arasında kalıcı bir uzlaşmaya vararak bir birlik oluşturmasıdır. Unutmamak gerekir ki, Allah Müslümanlara birlik olmaları gerektiğini Kuran'da bir emir olarak şöyle bildirmiştir : “İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (Enfal Suresi, 73)

Peki, ama bu birlik nasıl olacak?

Pek çok kişi İslam âlemindeki karmaşaya ve çatışmalara baktığında bu topraklarda bir uzlaşma sağlamanın, bir birlik oluşturmanın imkânsız olduğunu sanmaktadır. Oysa dünya ülkeleri nasıl petrol için, hatta futbol için birlik oluyorlarsa Müslümanlar da Allah emrettiği için kardeş olduklarını hatırlayıp birlik olabilirler.

Örneğin Avrupa Birliği nasıl ekonomik, siyasi, askeri, kültürel ve sosyal her alanda geniş işbirliği içine girdiyse aynı şekilde İslam Birliği de dünyaca kabul edilmiş olan şartlarda bir araya gelebilir. Hatta burada aralarında gönül birliği kurmuş, birbirlerini ayette belirtildiği gibi kardeşler olarak gören Müslümanların kuracağı birlik ekonomik çıkarlara dayanan Avrupa Birliği’nden çok daha güçlü olacaktır. Bu yönüyle İslam Birliği dünyada herkesin özlemini çektiği muazzam bir barış birliği örneği olacaktır.

İslam Birliği’ne katılacak tüm İslam ülkelerinin sahip olduğu coğrafya ortak alanında devletlerin bağımsızlığına, egemen eşitliğine ve egemenliğin özündeki haklara saygı duyulması taahhüt edilmelidir. Yani birlikte bir ülkenin hegemonyası olamayacak, bazı ülkeler bazı ülkelere ekonomik veya siyasi çıkar elde etmek için hükmetmeyecek. Böylelikle birliğe üye ülkeler kendi devlet yapılarını koruyacak, kararlaştırılmış işbirliği hususlarında ise dışarıya karşı ortak ve tek bir millet gibi davranacaklardır.

Üye ülkelerin sınırlarının dokunulmazlığı, iç işlerinde her ülkenin bağımsız olması, esas alınacaktır. Uyuşmazlıkların silahlı yollardan çözümünü esas alan uluslararası politikalar yerine barışçıl yollarla çözülmesi esas alınacaktır. Güç kullanma ve tehdide başvurma yerine sevgi politikalarıyla sorunların halledilmesi bu birliği daha da güçlendirecektir.

Bunun mümkün olabilmesi için birlik genelinde ve üye ülkelerin her birinde düşünce, vicdan, din ve inanç özgürlükleri de dâhil olmak üzere insan hakları ve temel özgürlüklere saygı gösterilmesi teminat altına alınmalıdır. Bu sayede birliğin dünya çapında sayılıp dikkate alınmasında sağlanmış olacaktır.

Sürekli bir aya gelip istişarede bulunarak ortak kalkınma programları üretebilen böylesine bir birliğin oluşturulabilmesi için İslam ülkeleri arasında gönül birliğinin kurulmasına yönelik politikalar izlenmelidir. Bunun için Yemen’de dâhil olmak üzere tüm medya kuruluşlarında, eğitim kurumlarında Müslümanların düşman değil, kardeş olduğuna dair programlar geliştirilmelidir. Ülkelerin liderleri bu programlara uygun demeçler vererek birliğin kurulmasını sağlayacak ortama katkı vermelidirler.

Bunlar yapıldığı takdirde sanatla inşa edilmiş İslam şehirlerinde, kalitenin en üst seviyeye ulaştığı ortamlarda, Müslümanların barış ve huzurla yaşadıkları bir İslam coğrafyası tesis etmek mümkün olacaktır.

[i] http://www.aljazeera.com.tr/haber/abd-husilerle-gorustu

[ii] http://www.radikal.com.tr/dunya/abd_yemen_yonetimindeki_husilerle_gorusuldugunu_itiraf_etti-1371624

Adnan Oktar'ın National Yemen'de yayınlanan makalesi:

http://nationalyemen.com/2015/06/17/an-international-model-to-put-an-end-to-the-conflict-in-the-islamic-world-is-possible/